29 Aralık 2009 Salı

Kaçın.n.n.n.n bomba var!


Yaşanması muhtemel...

"Etrafta uğuldamalar duydu. Laura ona doğru gelen kalabalığın neden sinsice yaklaştığını anlayamıyordu. Kendi içlerinde anlaşmaya çalıştıkları belliydi. Biri bedenini işaret etmişti ve hedef artık oydu. İçtiği son tekilanın yüzlerdeki anlamı değiştirdiğini düşündü. Hem hepsi misafirperver insanlardı. Jeopolitik önemi olan topraklarda yaşayan kaç ırk vardı ki yeryüzünde? O yanlış anlamış olmalıydı. Onunla konuşmak, birlikte eğlenmek istemeleri gayet normaldi. Saat tam 00.01'di.

Laura heyecandan çok acı duydu. Biri memesini kaptı, diğeri kalçasını parçaladı. Öteki baldırına yapıştı, beriki hani bana hani bana dedi."

Zamanında medeniyeti keşfetme ümidi ve umuduyla yollara dökülen çok sesli yurdum insanları yakınmaktalar. Şehir merkezleri malum yılbaşı gününde magandalara rezerve edilmiş gibi, birçok kişi itina ile tespit edilemeyecek kuytular arıyor. Merkezi yerleri geçtik, yakınındaki semtlerde bile konuşlanmaya korkar halde herkes. Kokumuzu alır gelirler diye hatun kısmı o gece dökünemeyecek kaliteli parfümlerini.

Ev planları revaçta. Yakın arkadaşlar toplaşıp sıcak yuvalarında yeni yıla girme planı yapıyorlar. Aileler merkezden değil herkesten korumaya yeminli müşavir gibi tepede. Yükseklerde kar var, kolay da eriyecek gibi değil. Mevsim kış. İzin için gittiğinizde kışkışlıyorlar.

Kocaman bir reklam panosu var merkezlerden birinde. Yılbaşı akşamı yelkovan akrebi kovalarken, er kişiler hatunları daha az takibe alsın ya da ateşleri tavan yapmasın diye don yağdıracaklarmış. Şimdiden söylüyorum; pazarcı zihniyeti ile donlar kafalara geçirilecek ve daha çok satış yapmayı umacaklar. Televizyonda gördüğünüzde daha az şaşıracaksınız. Kafasında kırmızı tangalı erkekler. Zihniyetin dışavurumu. Yeni gerçekçilik akımının öncüleri. Kim demiş benim insanım sanattan anlamaz diye. Peyhh...

Açıklama yapılacak; şu kadar polis bu kadar meydanda görev alacak diye...
Evlerinizde geçirseniz daha güvenli olacak diyecekler. Demeseler de "Ulan eylem mi var, birşey mi kutlanıyor?" diyeceksiniz.
Yavuz hırsızlar bastıracaklar.

Kuvvetle muhtemeldir; birileri bunları da söyleyecek...

Sessizce evinizde eğleniniz. Biz öyle yapacağız. Kumandayı saklayıp, televizyonu tek kanal izleyiniz. Dansözün çıkmasını bekleyiniz. Edebinizle tombala oynayınız. Sokağa çıkarsanız tombalanızı çekerler.

Hem neden başını kutluyorsunuz ki? Sonunuza ağlasanıza.

riyalarda buluşuruz

Sarmısakları kavur, koy kenara... Domateslerin kabuğunu soy, rendenin ince tarafıyla rendele. Rendelenmiş domatesleri çöpe at. Kabuklarını alıp tencerenin kenarını süsle. Kavrulmuş sarmısağı sür yüzüne gözüne. Gerçek kok. Poz verebilirsiniz efendim. Konsept budur! Kokuyu takipçilerinizin yakalaması güç olacağı için, yüzünüzde kokunuzun ne kadar iğrendirici olduğunu belirtecek bir anlam olmalı. Çok güç birşey istemiyorumdur umarım.

Ve unutmamayı umarım; bazıları sarmısak da sever.

Şimdi herkese kocaman kahkahalar atıyor ve büyük özlemlerimizi anlatıyoruz. Özlem kısmına geçişte gözler biraz kısılıyor, mümkünse buğulu bakış istiyoruz. Yok yapamıyorum derseniz arkadaş yanda soğan doğrasın sizin için. Kokudan rahatsız olurum diyorsanız da kaybettiklerinizi düşünün belki istenen etkiyi yakalayabiliriz. Efendim? Siz hiç kaybetmediniz mi?

Ben yokum.

Ben, sen, o
Biz, siz, onlar

Yalancılar. Öyleyiz hepimiz. Belki daha fazla, belki çok az. İncitmeyenler, örseleyenler, utandıranlar, acıtanlar, iç yakanlar, dışa vuranlar, gömülenler, hissedilenler(ki en tehlikeli tür). Pembesi, turkuvazı, grisi. Mutluluk vereni, geçicileştireni, hayat kurtaranı. Adlandırılanı, babası belli olmayanlarıyla. Bütünüyüz.

Ve sürüden ayrılanı bildik kurt kapıyor. Söylenen lafın doğruluğunu kanıtlamak istermişcesine. Başkaca, anlamca, seçmece, tencere, pencere... (ş)

Yumoş rüyalarda ne kadar etkili acaba? Harflerin bazıları çekmiş gibi.

25 Aralık 2009 Cuma

yine bildik melodiler

Hallelujah!!

Hep çalın kulaklarımda. Eve geldiğimde karşıla beni. Umrunda olsa da olmasa da... Gecenin karanlığında. Şafak sökerken adım adım yaklaşıyorum odana.

23 Aralık 2009 Çarşamba

mavi saten eldivenin dili

Yarım elmanın yenildiği tarihi sokaklarında gezinirken, yasak değil yasalları bütünleştiriyorum hayallerimle. Pencerene bakarken artık suçluluk duymuyorum. Tümüyle özgür, bütünüyle huzurluyum. Önünde şaha kalkmış, koca hikaye kahramanının dansını izlerken cam kenarından; beklemedin hiç diğer özneleri. İç çekişlerimiz ortaktı seninle. Gelemiyorum, gelemiyorsun, gidemiyor, yapamıyor. Derken kayıplarımızın toplamı ve varlığının sunduğu rahatlığı düşledim kahve kokan odamda. Bir tarafı eksik kaldı. Bütünü oluşturmaya ne kadar var dersin?

Ruhumun hasta kısmı. Ruhuna eş benim. Çocukluğumuzda bildiğimiz, hep düşünü kurduğumuz, olsun dediğimiz o an, yakınlaşma, etkileşim, sistemsizlik, belki de yozluk ya da muazzama olan saygımdan... Çok sustum, şimdi haykırmak istiyorum.

Elimde bir dilim elma var. Diğerlerini beklerken yedim.

Mavisi yanımda. Yeşili gözümde. Kahverengisi dilimde.

japonların yeni icadı; .... açılan şemsiye


Olmaz dedik, yapılamaz dedik. Yıllarca zor durumlarımızda dile getirdik. Başa gelen katlanılamaz acılarda hep kullandık bu cümleyi. Bazen yerinde, kimi zaman geyik muhabbetlerinde yersizce. Tükettik derken, Japon dostlardan bir haber aldık. Ne olsa gerek? Adamlar giriş hızı, hacmi, rengi ne olursa olsun; girince açılan şemsiye yapmayı başarmışlar.

Ve derim ki artık zor durumlar geldiğinde bu lafı söylerken aklımızda daha büyük kaygılar, ihtimaller olacak. Zor durumdur, felaketindir belki fakat ancak lakin geçmeyecektir öyle kolay kolay. Yakar, acıtır ve ısrarla açılır o şemsiyeler.

"Duygu" patlaması yaşayan arkadaşlar unutmamalıdır o nedenle. Şemsiye şu anda tepenizde korunaklı bir hava yaratsa da, sağanak altında ıslanmaktan kurtulsanız da, evde unuttum diye korktuğunuz yağmurlu bir günde seyyar şemsiye satıcıları imdadınıza yetişse de.... O şemsiye hayatın bir döneminde ait olduğu yere konuk olacaktır. Açılıp açılmaması için dua etmeden önce, seçtiğiniz şemsiyelere dikkat ediniz o nedenle.

22 Aralık 2009 Salı


Ölmüşsün. Dün gece öğrendim ruhunun bedenini terkettiğini. Filmlerini veriyorlar televizyonlarda, yaptıklarını anlatıyorlar durmadan. Yağmur yağdığında anında şemsiye satıcıları üşüşür ya sokaklara... Korsan dvdciler de filmlerini çoğaltmışlar hemencecik. Sürü"yle film var tezgahlarda. Kapıcılara verilen ekmek, su, soda siparişlerinin yanında bir de filmin istenir oldu. Çöpçüler bu gece şehri temizlerken üzgünlerdi.

Ölümle taçlandırıldığında gerçek emeğinin hakkı verilir, yaptıklarının cümleleri kurulur. Öyle bir memleket burası. Öldün. Gidişin anılarını büyütecek şimdi.

Güler hep ağlıyor. Yüzünde neşesi solmuş, asılı kalmış düşleri. Aklıma kimin söylediğini hatırlayamadığım cümleler geliyor. Yönetmenin yatağından çıkmayan ama çok ünlü olamayan kadının, gidişini nasıl kabullenecek. Senden çok onu düşünüyorum şu an. Özür diliyorum ruhundan.

Hoşça kal.

pupilla'dan telveye

Yolda ilerlerken, bir yerlerde birşeyler içerken, gülerken, eğlenirken... Otobüste ya da başkaca bir yerde... Birini gördünüz. Gözlerinin içine içine baktınız ama yok. Sevemediniz.

Gözü bozuk bakıyor bunun der benim canım kadınım. Yaşlıdır, enderdir her insan kadar, gözünü sevmezse birinin o kişi hayatına dahil olamaz. Bende öyleyimdir. Konuşurken bakarım gözlerine, gözbebeklerine.

Ve bugün öğreniyorum ki gözbebeklerinde bir sır gizliymiş. Sır da değilmiş, aşikarmış. Ama gelin görün ben bugün öğrendim. Bunun utancı ile nasıl yaşarım, kafamı hangi duvarlara yaslarım bilemiyorum.

Damarların vücutta açıkça görüldüğü tek yer gözbebekleriymiş. Işık gözbebeğine düştüğünde arkada kalan tüm damarlar görünüyormuş. Yani neymiş? Damarınızda akan kanda bir yamuk varsa bakıp gözlerinize anlayabiliyormuşuz. Müneccim olmaya gerek yok. Her gözbebeği bir cevap.

Bir baksanıza gözlerime...

Elbette böyle birşey yok. Damara bakıp karakter tahlili yapmak akıllı insan işi değil ama ya tutarsa, okunabiliyorsa?

Yakarlardı beni "Pisss Cadı" diyerek. Bu çağda böyle mantık göremezsiniz. Hazır konu buralara kadar uzanmışken başka bir duruma da açıklık getirelim. Kahve telvesine yüklenen anlama...

Efendim benim iyi fal baktığımı söylerler. Sağolsunlar ite kaka zorla baktırırlar çoğu zaman. Naz ya da kapris yamak değildir derdim. Geleceği bileceksin de ne olacaktır endişem. Sana söyleyeceğim saçma sapan öngörülerle hayatının haritasını yeniden mi çizeceksin. Nedir derdin, olayın? Ben kimim kaldı ki! Bunca yıllık fal maceralarımı yazsam kadınlar belki halden anlar ama erkekleri düşünemiyorum bile. Yazanı, aylar sonra dediğin oldu diye arayanını, hatta falın bitmesini beklemeden telefona sarılıp sevgililerini azarlayanları gördüm. Haa prensipleri olan bir falcıyımdır. Asla hasta ruhlu dişi yahut kişilere bir daha fal bakmam. Baksam bile lay layy lommm derim. Hayat güzel, çiçek böcek cıvıltıları işitiyorum der geçerim.

Ve sonunda iyi bakıyorsun diyenlere söylediğim bir çift lafım olur mutlaka. Hayatınla ilgili konuşma ya da atıp tutma hakkını bana verdin. Bende şekillere bakıp develer, cüceler, yollar, anahtarlar, kişiler, klişeler gördüm. İçimden seninle ilgili geçirdiğim ya da hissettiğim düşünceler vardı. Bunları sana doğrudan söylersem, bana kızabilirdin. Hayatın hakkında, kişiliğin hakkında fikir sunma lütfunu bana gösterip göstermediğin konusunda ahkam keserdin. Telvelerden gelecekteki yol haritanı çıkarırken; bakışların, duruşun, ses tonundan akıllı bir insan senin ne beklediğini anlayabilirdi. Telveyi değil, bedenini okuyordum.

Demek nedir? Falcı dedikleri bir nevi doktordur efendiler. Psikoloğa para veremeyen ev hanımı, terkedilmiş sevgili, ağlak liseli kızın ya da takıntılı erkek dünyasının telve bacısıdır. Bozlak okuyan yiğidin yoğurdu, kınalı kuzunun melemesi, uçan kuşun kanadındaki tüydür.

Yeterdir. Bitsindir.

Hoşgeldin Alfredo!

Fırında beklemekten fazlaca kızarmış fimo hamurlarına bakarken düşündüm uzun uzun. Bir tarafı ısının etkisiyle haddinden fazla gölgelenmiş. Yapmaya çalıştığım kuklanın sol tarafı sağa oranla daha gölgeli. Doğal olarak yolunu bulmuş iyilik ve kötülük haritası. Kuklamı daha çok seveceğim. Engelli bir kukla diyerek yenisini yapma fikri içime sinmedi.

Sol kulağı daha mı büyük oldu ne? Çok önemi yok ama kepçe ve upuzun kulakları, kocaman burnu ve yemyeşil dudakları olsun istemiştim. Renkleri birbirine geçmiş. Bu demek değil ki onu duvarıma asmayacağım, ipler takıp oynatmayacağım. İnadına daha çok seveceğim kuklamı.

Sevgili kuklam, bundan sonra sana Alfredo diyeceğim.

Sadece hamurdun. Renklerine aldanıp seçerken seni, kendi istediğim birşey yapmaya çalıştığımın farkındaydım. O nedenle ortaya çıkan ne olursa olsun bana ait senden çok. Oluşan şey her neyse kabulüm. Hamurum, fimom, gerdan kıranım.

Kenarda bekleşirken ayakkabılarını ne renk yapacağımdan haberin yoktu. Bende bilmiyordum. Hep yeşil ayakkabılarım olsun istemiştim. Olmuştu da. Ama çocukken. Ben büyükken yemyeşil ayakkabılarım olsun istedim. Olmadı. Ama olmamaması bu günden sonra olmayacağı anlamına gelmesin. Sevincimi, heyecanımı seninkilerle geçiştirmeye karar verdim bir süreliğine. Güle güle kullan! Ve unutma Alfredo; insanın her yaşta yeşil ayakkabılara ihtiyacı vardır.

Gözlerini mavi yaptım. Kötü şeyler görsende perdelesin diye. Belki renkler alacalı gelir, daha az kırgın ya da farketmemiş ayrılırsın durumun acımasızlığından. Odam güvenlidir gerçi, senin varlığın beni rahatsız etmez ama misafirlerden biri hoyratça incitip çirkin olduğunu dile getirebilir. Ben yine sana güzel sözler söyler unuttururum onları, en azından denerim.

Olduğun yerde kal Alfredo. Ben yok olmadan kimse kaldıramaz seni odamın duvarından.

Seveceğim seni.

9 Aralık 2009 Çarşamba

kedi beni sevdi

Bugün benim doğumgünüm. Özel günlere haddinden fazla anlam yükleyen biri değilim. Olamadım. Tamam birşeyler yüklediğim doğru ama haddimi aşmadan. Misal bugün için beklentilerim; en sevdiklerimden gelen cümleleri işitmek ve domates çorbası içmek. Haa en önemlisi ayıcıklı çikolata. Onu da getirecek biri olursa süper. Sepeti hazırlayanı bekliyorum.

Acı çekiyordum. Hala da devam ediyor sancısı. Geçecek biliyorum. Acıyı yaşamayı da seviyorum çoğu zaman. Sevgi, mutluluk, aşk kadar o da benim payım, bir o kadar bana ait.

Gözlerim sanki seksen yıldır etrafı kolaçan eder gibi. Bakışlarıma yansıyor yorgunluğu.

Bugün doğmalıyım. Evet bugün değişmeli herşey. Dokuz, üç, beş! En sevdiklerim.

Güneş şehri aydınlattığında, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Biliyorum.

3 Aralık 2009 Perşembe

- K

Kapılar aralı, gözler aralı, sözler, dokunuşlar, kalpler aralı...
Bir sessiz harfin acımasızlığı sokuldu koynuma. Ayın anlamına ortak oldu. Muazzam bütünleşme.
Suretine büründürdüğüm kelimelerimin anlamını ararken tüm çabamla, elimdeki beyazlara yeniden şekil vermeye çalışır buluyorum kendimi.
Bir kelebek, iki solucan, üç kaplumbağa, dört ninja. Ve kafesinde Mualla. Bir süre yetecek kadar yemi ile beklemekte. Ya sonra?

Elimde sihirli hamurum. Kelimelerin gücüyle yeni cümleler söyleyebilirim. Susmak istiyorum.
Dinlemek ve dinlenmek.

Hamurdan kale olmaz. Kale dediğin kumdan olmalı. Yıkılmalı. Ya hamur gücüne kudretine daha güvenilir ya da kumlar sahtekar.

Anlamak ve anlamlandırmak.
İşte bütün mesele bu.

Olduğun ya da olmadıklarının mesele edilmediği yeni bir iç çekiş daha.

Gibi görünürken herşey, melodileri susturuyorum. Sessiz gibiyim.

Gibileri çok seviyorum ilk defa.

1 Aralık 2009 Salı

han duvarları'ndan bir kuple

aradan yıllar geçti, işte o günden beri
ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar
dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...

faruk nafiz çamlıbel

23 Kasım 2009 Pazartesi

Şehir Dumanaltı

Kendimle meşgul olmaktan sıkılmışken, etraftaki insanların sohbetine kulak misafiri olmak hoşuma gidiyor. Kabalık bu yaptığım biliyorum. Biliyor olmam da değiştirmiyor. Büyük keyif ve muzip bir sırıtışla dinliyorum. Arka masada oturan arkadaş grubuna yeni bir kişi dahil oluyor. Birinin suratı asık. Yeni gelen arkadaş haliyle meraklı. Konuya hakim olmalı ki sonrasında yorumlara ortak olup, dostluğunu gösteren cümleler sıralasın. Merakını giderecek açıklamayı kıvırcık saçlı, tatlıca bir kız yapıyor. Suratı asık arkadaşın yedi yıldır sevgisini paylaştığı kişi, bedenini başkası ile paylaşmış. Yeni gelen Vayy kahpe!" diyor. Gülüyorum. Kahpe kelimesinin tınısını çok sevmişimdir. Gülüşüm biraz sesli ve dinlediğim anlaşılıyor. Dert sessizce paylaşılmaya başlanıyor. Nasıl merak ediyorum, kendi masamdayım ama ruhum adeta orada. İçimden bende kahpe diyorum adını bilmediğim sevgiliye.

Sinema salonunun kırmızı koltuklarında kurulmuş, film keyfimizi bölen koltukdaşımızı dinliyoruz. Repliklerdeki duyguyu arkadaşına yorumluyor. Perdede vahim bir durum olduğunda nıçnıç nıççç diye sesler çıkarıyor, filmin sonunu tahmin ediyor ve arkadaşıyla paylaşıyor. Bak bu olacak diyor. Olduğunda seviniyor. Evinin koltuğundaymışcasına sevincini büyük gülüşlerle süslüyor. Haddini bildirmek demek benim de gürültüye dahil olmam anlamında. Birçok insan sebebini anlamadan sadece gürültü yapan iki kadın görecek diye susma hakkımı kullanıyorum. Önce göz kenarı, sonra aleni şekilde sola dönerek bakışlarımla taciz ediyorum. Etmeye çalışıyorum. Umuyorum en azından. Önemsemiyor. Filmi çoktan bıraktım. Sinema kültürünün neden oluşmadığı hakkında yorumlar yürütüyorum kafamda. Haddim olmadan atıp tutuyorum. Kendi zihnimde yetkili merciymiş gibi hissettiğimden daha da çok kızıyorum. Asabileşiyorum. Ama toplamını film bitene kadar koruyacağıma söz veriyorum. Bir tek ben rahatsız oluyorum, belki de az ses yapıyordur diye düşünürken yandan bir erkek eli geliyor. Sesteki öfke titreyen cümlelere ortak; Rica edeceğim ama biraz sessiz olur musunuz? Susuyor. Sustuğu mimikle kalıyor. Beş dakika sonra film bitiyor. Sadece gülüyor. Filmden alabildiğine keyif almış, benim keyfimi sömürmüş önemi yok. Çıldırıyorum.

Kozmetik dükkanındayız. Yüze konuşlanan siyah noktaları giderecek ürün arayışındayız. İçeriye giren üç kız aralarında konuşuyor. Biri "Burası fakir parfümü kokuyor. İleridekilere bakalım..." diyor. Fucker demek istiyorum. Fukara kokusu kadar değerin olur umarım hayatta diyorum. İçimden içimden yine içimden...

İstiklal'i sis basmış. İnsanlar hayalet şehrin misafirleri gibi. Sisten baban çıksa tanımazsın. Öyle güzel bir atmosferi var. Ruhumun en huzur bulduğu güne dönüyorum tepedeki ışıkları görünce. Işıklar ordalar. Ama eskisi gibi parıldamıyorlar. Hala eskisi gibi içim. Biliyorum. Ama yolumda sis var. Ondan diyorum. Sıcakla soğuk karıştı. Ilınır ortalık. Öğleyi bekliyorum.

Öylesine değil. Bile isteye.

19 Kasım 2009 Perşembe

Çay biraz bekleyebilir..


Birçok ruhun ortak kızgınlığını bir bünyede ifade etmenin zorluğu ve telaşı ile
Görevi devralmanın verdiği güven ve rahatlığın muazzam karışımı adına
Sıralansın cümleler...
Şiirselliğe yaklaşsın ve kızgınlık uzun cümlelerle pekişmesin diyerek
Sıkça alt satıra atlayarak devam etsin.
Bol virgüllerle konu uzatılmasın derken daha da uzamasından endişe duyularak
Yaz klavye! Tuşla parmaklarım!

Yaşama olan saygının ağır basması ancak özür dileyememe bencilliğinin sıradanlığına dair...
Basit olan güçlü görünene serzeniş... Üç nokta
Öznenin değişmesi yaşanmışlıkların da anlamını değiştirirken, kaçınılmaz olanı ertelerken... Üç nokta
Kendine verdiğin beyanların aslında çoklu öznelere yapılıyor olması.. Paylaşımını yapmaya çabalarken ustaca yine bir özneye kaçış, Virgül. Nokta. Israrla... Üç nokta
Akıl süzgecinden bir daha geçiremeyeceğin ayrıntı, esas, madde ve kuralsızlıkların bana verdiği yetki ile sınırsız bir boyuta uğurlanırken...
Tüm sesli harflerimin gücünü senden sakınıyor, seni sessiz harflerin kalabalık yalnızlığına uğurluyorum.

Muallacığım... Kahvem lütfen

18 Kasım 2009 Çarşamba

pozisyonun önemi



Gecelerden bir gece sohbet devam ederken, kadının erkeğin neresinde durması gerektiği üzerine yapılan bir geyik gülüşlere neden olur. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözünü bilmeyen yoktur. Varsa da üzülürüm. Bu sözü neden bilmiyor diye bir bakarım yüzüne. Korkarım o insandan. Neleri bilip neleri bilmediğini sorgularım. Yoksa kadın mıdır diye düşünürüm erkek olsa da. Birinin gölgesinde o kadar çok kalmıştır ki kendi özünü mü yitirmiştir derim. Saçmalayabilirim sınırsızca. O nedenle sözü bilmeniz önemli.

Efendim aslında bu söz kadının geri itilmişliğini çağrıştırır bana elimde olmadan. Kadın yek başına başarılı olamıyordur da ancak bir erkeğin ardında faydalı olabilen bir destekçi gibidir. Erkek başlıbaşına başarı sahibidir ama bir pay da kadına verelim denmiştir. Kadına hanimiş hanimiş çılgınlığıyla şirinlik yapma sevdasıdır. Eşitmiş gibi görünelim çabasıdır. Kuvvetle muhtemel böyle düşünüldüğü için ifadesi de böyle şekle dökülmüştür.

Neyse. Özünden sıyrılıp işin lakırdı kısmına gelinirse; Kesinlikle evet! Başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır. Olmalıdır. Eğer arkada kadın yoksa başka konumlarda da olsa kadın aranmalıdır. Başarı belki arkadan verilen destek ile gelmemiştir. Bu noktada diyebiliriz ki kadın ille de erkeğe bir katkıda bulunmak istiyorsa, bunun için yanıp tutuşuyorsa şu yolu izlemelidir. Öne geçince zevk, yana geçince mutluluk, arkaya geçince başarı, karşıya geçince kıskançlık, öteye geçince itilmişlik, beriye geçince gerginlik, tepesine geçince güçsüzlük vermelidir. Duruş pozisyonunu ve etkilerini önceden hesaplamalıdır.

Ama erkek kişisi yalnızca başarı ile mutlu olacak bünyeye sahip midir? Değildir. Yeter diyen yalancıdır. O nedenle sabit bir konumda kalınmaması tavsiye edilir. Farklı konumlara ustaca manevralarla geçiş yapılır ki konum başka bir kadın kişisi tarafından kapılmasın.

Ve ısrar ediyorum. Başarılı kadınlar çok yalnız bırakılıyor. O nedenle arkada ya da etrafta başka bir erkek aramamakta fayda var. Olur da bulursanız oradaki amaç başarı desteği değildir, bilesiniz.

17 Kasım 2009 Salı

The Lovely Bones - Cennetimden Bakarken

Alice Sebold'un 2002 yılında yayınlanan Kitabı "The Lovely Bones" aynı yıl "Cennetimden Bakarken" adıyla ülkemizde de satışa sunulmuştu. İnsanın içini hem acıtan hem de umut verebilen kaç kitap vardır bilmiyorum.
14 yaşında bir cinayete kurban giden Susie Salmon öyküsünü anlattığında artık cennetindedir. Aşağıya bakarken, başına gelen olayın gizlerini ondan öğrenirken diğer yandan cennetinde nelerle karşılaştığını dinleriz. Ailesi, arkadaşları ve dünyada bıraktıklarını takip etmekten vazgeçmezken diğer yandan katilinin delilleri saklarken gösterdiği çabayı onun gözünden yakalamaya çalışırız. Bir ailenin karşılaşabileceği en korkunç olaylardan biri yaşanırken umutla devam eden arama çabaları, zamanla herkesin unutmaya geçmesi ancak Susie'nin iki hayata da dahil olması...
Yönetmen koltuğunda Yüzüklerin Efendisi ve King Kong filmlerinin yönetmeni Peter Jackson olduğuna göre film de bir o kadar güzel olacak demektir. Senaryoda da parmağı varmış. Demem o ki... 29 Ocak 2010'a kadar heyecan içinde beklemedeyiz. Utandırmaz Piit bizi...

30 Ekim 2009 Cuma

arsızlığın böylesi

Korsan taksi kartviziti geçti elimize bir yerden. Adamlar 13 maddelik kural eklemişler en arkasına. Kendileri dürüstlük abidesi olan bu oluşum, müşterilerini elde tutmak için bazı şartlarını sunuyor. Korsanın da korsanını yapacak kadar vicdansız ve onursuz olmayın demek istiyor. Yuhlar çekiyoruz hep beraber ve maddelerin en ilginçlerini paylaşalım diyoruz...

Değerli Müşterilerimiz;

1- Şoförlerimizden şahsi numara istenmemesi önemle rica olunur.
2- Direksiyon dersi verilir.
3- Station tarzı araçlarımız mevcuttur.
4- Siz saygıdeğer müşterilerimizin olmaksızın şirketimiz Eşya, evrak koli, paket vb. eşyalarınızı şirketimiz güvencesiyle taşınmaktadır. (Kargoya da el atmışlar)
5- Güzergah şoför tarafından belirlenir. Güzergahı değiştirirseniz fiyatı da değiştirmiş olursunuz.

Ve olmazsa olmazı... memnuniyetinizi dostlarınıza şikayetlerinizi ------ nolu telefona bildiriniz. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz...

Nereye şikayet edilir diye düşündüm, Birleşik Taksiciler Birliği'ni seçtim. Kartvizitin fotoğrafını çekip eke iliştirdim. Otomatik mailin dediğine göre konu ile ilgili en yakın zamanda bana geri dönülecekmiş. Beklemedeyim efendim.

Korsana karşı oluşum nedeniyle şikayet etmedim ama sakın yanlış anlaşılmasın. Nedeni arsız oluşları. Hem korsan taksi hizmeti veriyor, hem kartvizit bastırıyorsun. Bir de kuralsızlığını kenara koyup, yeni kurallar bütünüyle karşımıza çıkıyorsun. Bu ne perhiz bu ne patlıcan turşusu! Korsan oldun hadi kendi seçimin, karada dolaşma bari kardeşim!

zeminimde kayma var

Sinpaş Grubu başkanı Avni Çelik, bugün NTV'de bir televizyon programına konuk olarak katıldı. Konut alacak yatırımcılara piyasaların gidişatı hakkında bilgiler verdi, Sinpaş'ın gelecekte yapacağı yatırımları anlattı. Bu esnada stratejik olarak yatırım yapmaktan kaçındıkları iki semtten bahsetti. Beylikdüzü ve Yakacık semtlerine Simpaş olarak yatırım yapmadıkları, zeminin gereken altyapı bakımında yeteri kadar güçlü bulunmadığını söyledi. Sunucu, yaşanacak depremle alakalı endişeleriniz mi var diye soracak oldu ki ustaca yanıtıyla Avni Bey diğer şirketlere saldırmadan iki cümleyle konuyu kapamayı başardı.

Sosyal sorumluluk bu duruşta gizli. Yalnızca yüz öğrenci okutarak ya da belli dönemlerde kampanyalarla vicdanı sızlatarak yakalanamayan bir duruş. Zemin kötü, insanları kollayalım, bari biz canlı canlı mezara sokmayalım insanları demedir.

Bu konu sürekli konuşulmasına rağmen herkes üstüne çarşaf serip kapatıyor nedense. Beylikdüzü'nde yükselen çok katlı konutlarla ilgili fikir ayrılıkları devam ederken, insanlar konut almayı sürdürüyor. Geçtiğimiz yıllarda toprakta kayma olduğu tespit edilmiş, bazı konutların tahliye edilmesi gündeme gelmişti. Medya reklam yatırımlarıyla çarkı döndürdüğü için reklamverenlerini kızdıramıyor. Bu nedenle firmaların olumsuz haberlerine yer veremiyor. Yakın zamanda bir deprem olup olmayacağını bilmiyoruz. Elbette olacak. Hafif sıyrıklarla atlatmayı umuyoruz ancak uzmanlar İstanbul'un bu defa ucuz kurtulamayacağını söylüyor. Kayıtsız kalıp, öncesinde ve her zaman yaptığımız gibi seyrederek sonradan hangi hakla konuşmalarımızı sürdürebiliriz? Yılan bize dokunana kadar kenarlarda susuşlarımıza devam edip, yıkımlar yaşandığında sahte gözyaşlarımızla yüzlerimizi yıkayacağız yine. Masum olduğumuza inanacağız.

Çözüm nedir peki? Aklıma gelen tek şey şu oluyor. TRT Reklam Departmanı'nde staj yaptığım dönemde güzel bir uygulama vardı. Bir reklamveren, reklamında herhangi bir iddiada bulunuyorsa bunu belgelendirmelerini istiyorlardı. Örneğin Avrupa'nın en hızlı otomobili benimki diyorsa, bunun değerlendirmesini yapan kurumdan belgeyi de reklam departmanına göndermesi gerekiyordu. Aksi takdirde bu iddiaya yer veremiyordunuz.

İnsanlar büyük gazetelerde yer alan ilanlara güvenip, yatırım amaçlı ya da yaşamak için konut seçerken, gazeteye duydukları güvenle hareket ediyor. Her gazete ya da televizyon, reklamda yer alan iddianın doğruluğu için belge istese ve sorumluluk bilinciyle hareket etse. İnanın bu çok zor düzene sokulacak bir uygulama değil. Zeminin sağlam olduğu ya da kullanılan malzemenin belli standartlarda olduğunu kanıtlayan belgelerle reklamlar yayınlandığında, güven ticaretini zedelemez. Böylece akı da karası ile ortaya çıkar.

Değil midir ki bu ülkenin çok ünlü sanatçıları, televizyonları zamanında bankerlere yöneltmişti halkı. Paraya para katma heveslisi, yatırım meraklısı bir ton insan mağdur olmuştu. Peki bunu nasıl başarmıştı bir reklam? "Biraz şundan, biraz bundan... aman hocam patlar, matlar... işte sonunda becerdi.... ben de güvenli bir yol seçtim... Banker Kastelli!" diyen reklam 2 dakika boyunca sürüyordu neredeyse. Dönemin neredeyse bütün ünlü oyuncularının hatırı sayılır paralarla oynadığı reklamlarda kimler yoktu ki; Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Selma Güneri, Eşref Kolçak... Bu isimlerin reklamda yer alması onların sağlam ve güvenilirlik imajı ile firma arasında bağ kurulmasına neden olmuştu. Halk parasını akın akın bankerlere yatırırken malum sona doğru gittiklerinden habersizdi.

Güvenilir olmayan zemin, güvenlir olmayan adamlar; güvenli kabul edilen insanlarla ya da markalarla lanse edilirse sonuçlar felaket olur. Bunu herkesin düşünmesi gerekir.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Donsuz geceler efendim! Havanız iyi olur!

Yıllar önce televizyonda bir programa katılan Ersin İmer, o muhteşem finalin öncesinde yaşananları paylaşmıştı. TRT'de hava durumu programını sunmayı sürdürüken, üstlerinden bir eleştiri almış. Programlar hep aynı şekilde sonlanıyor, değişik bir bitiş yapması rica ediliyor. O sıralar ülke tahminimce Balkanlardan gelen yoğun hava dalgası sonucu kara teslim olmak üzere. Evler, araçlar kara gömüldü gömülecek. Hava raporunu izleyiciyle paylaşan Ersin Bey, anlamlı bir temennide bulunuyor sonrasında; Donsuz geceler diliyorum efendim. Sonrası malumunuz. İşinden olmuş zavallı adamcağız.

Bir de Hülya Uğur vardı. Hava durumu sonrası vedalaşmalarının, en seksi sunumu da hanımefendi tarafından icra edilmiştir; Havalar nasıl olursa olsun, yeter ki sizin havanız iyi olsun...

Ah zavallı biz! Hava durumu sunanlar, şekilsiz ve özensiz vedalarla uğurluyorlar şimdi.

80'lerin şikisi

23 Ekim 2009 Cuma

"Oktan Bir Aşk Hikayesi"ne Güzellemeler

İlk önce kendimden örnek vererek başlıyorum. Bazen aklıma şahane olduğuna inandığım bir fikir gelir. Kenara not ederim. Senaryosunu yazarım ya da kısa bir öykü çıkar diye kumbarama atarım. En büyük örneğimde şudur; "İnsan neden doğduğunda tazedir, yaşlı doğsak ve süreç tersine işlese," diye düşünüyorken hatta karalamışken sayfalar dolusu yazıları, aradan zaman geçti Benjamin Button'ın tuhaf hikayesi filmi çıktı. Ben o arada kısa filmini çekseydim ve bana hırsız denilseydi incinmez, haksızlığa uğramış hissetmez miydim? İnsanları inandırabilir miydim? Bilemiyorum. Kaldı ki filmde bir kitap uyarlaması ama kitaptan dahi haberim yoktu. Düşünmüş ve yazmışız başka zamanlarda, dönemlerde.

Elbette fikirler aklımıza gelir. Eşsiz varlıklar değiliz. Kilometrelerce ötede bizimle aynı şeyi düşünen, hisseden birileri muhakkak vardır. Olacaktır. Özellikle sanat alanında, ilk olarak düşünen ve hayata geçirenindir o fikir. İyi araştırmak lazım o nedenle. Başka yolu yok gibi.

Aslında konu hakkındaki görüşlerimi forumlarda aktarmayı umuyordum ancak eleştiriye kapalılar ve hakarete varan sözler sarf ediyorlar. İyi niyet bir yere kadar geçerli, gerçekçi bakmak lazım olaya. O nedenle kendi çöplüğümde öteyim bari dedim. Ötüyorum efendiler.

Gizem Elçi adlı arkadaşımız bir kısa film çekiyor. Okuldaki dersi için çekiyor bu kısa filmi. Ardından çok yoğun emek sarf ettikleri bu filmi festivallere de göndermeye başlıyorlar. Üzerinde çalışıldığı belli olan, emeği takdir edilesi hoş bir film çıkıyor ortaya. Festivallerden eli boş dönmüyorlar. Buraya kadar herşey çok güzel, bol şans dilemek en güzeli...

İlk önce övgülerimi aktarayım ki yazıyı okuyunca bunları kötü niyetle yazmadığımı anlasınlar. Özellikle filmin yönetmenini ya da emeği geçen diğer arkadaşları kırmak ya da zarar vermek gibi bir niyette değilim. Ama kırgın ve kızgınım ne yazık ki. Nedenlerini sıraladığımda umarım anlarsınız.

Altın Koza Film Festivali'nde, kısa film dalında en iyi film ödülünü aldı "Oktan Bir Aşk Hikayesi". Bu demek oluyor ki, senaryonun özgünlüğüne, işlenişine, diğer filmlerden benzersiz oluşuna o ödül layık görüldü. Neden mi bunu söylüyorum. Gizem Elçi'nin filmi diğer filmlerden yönetmenlik bakımından önde olduğu için o ödülü almadı, konusu farklıydı. Benzersiz zannedildiği için diğer filmleri sollamıştı. Eğlenceliydi, insanı güldürüyordu. Aşk acısına gülmenizi sağlıyordu. Bu önemliydi. Ödülü alan Gizem'de çevresine bunları söylüyordu zaten. "Benim filmim eğlenceli bulunduğu için ödülü aldı" diye.

Burada kızdığım taraf jürinin kendisi! Derdim sitemim jüriye. Gizem Elçi bir öğrencidir. Kendi bir fikir bulmuş geliştirmiştir. Orasına takılmıyorum. Ancak jüri koltuğunda oturuyorsanız, kendi alanınızda bilgi sahibi olmanız şart. Güzel çekilmiş bir film var karşınızda. Diğer finale kalanların ki kadar güzel. Ancak konusu her birinden farklı. Evet birinci o olmalı. Ancak senaryonun özgünlüğünü anlayabilmeleri için kısa filmleri izlemeleri gerekiyor. Milyonlarca kısa film var hangisini izleyelim demek bizim için olasılık dahilinde ama jüri için geçersiz bir bahane. Gizem Elçi ya da ekibi günah keçisi olarak ezilip büzülmeyi haketmemeli. Ama bunları da konuşmadan çözüm bulamıyoruz maalesef.

Hemen farklı bir konuyu da jüri saçmalamalarına iliştirip yazıyı sonlandırayım. Efendim benim binbir zorlukla çektiğim kısa filmimin yapım yılı 2008 mart ayı. Altın portakala filmimi yolladıktan sonra aldığım telefonda, "Üzülerek filminizin yarışmaya alınamayacağını iletmek isteriz. Çünkü Ekim 2008'den önceki filmler yarışmaya alınmıyor." denildi. Hay hay diyerek, biraz üzülerek kapattım telefonu. Eleme sonuçları açıklanınca, finale kalanları gördüğümde kafamda bir solucan gezinmeye başladı. Fırat Mançuhan'ın "Sapak" adlı filmini göreli çok zaman geçti dedim. Kısa bir arama yaptım. Film, 2008 yılının Ekim ayından öncesinde ödül bile almış. Çünkü yapım yılı 2007 olarak görülüyor. Merak edenlere...

http://www.sinematurk.com/person.php?action=goToPersonPage&id=52396&ad=F%C4%B1rat%20Man%C3%A7uhan

Bu bir kuraldı. 2008 Ekim ayı öncesi olduğu için bu filmi almıyoruz dediniz. Ancak finale kalan film 2007 yapımıydı. Festival yetkililerine durumu bildiren bir e-mail de attım. Yapım yılı kuralınız gereği bu film festivalde yer almamalı, alıyorsa nedenini bana anlatmanızı rica ediyorum diye. Yine Fırat Mançuhan üzerinden örnek vermek durumunda kaldığım için üzülüyorum ancak olay bundan ibaret. Haberi bile yoktur bu çifte standarttan ancak yaşadığımız olayı paylaşmamız lazım. Çünkü tam üç kez durumu iletmeme rağmen festival yetkililerinden yanıt alamadım.

Şimdi yazdıklarımı tekrar okudum. Hangi kural, hangi jüri, hangi güvenden bahsediyoruz arkadaşlar. Bildiğiniz gibi ne fikirler kolay bulunuyor ne de onları hayata geçirirken işler sorunsuz yürüyor. Sanat her zaman yoğun emek ve akıl gerektiren bir dal. Özellikle yaratıcılık. Finale kalan diğer kişilerin olaya ne kadar mantıklı yaklaşsalar da jüriye kızdıklarına eminim. Bu nedenle daha fazla arkadaşların üzerine gidilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonra herkes filmlerine bu defa nereden araklamışlar, şu plan aynı bu filmdekine benzemiş diyebilir. Aklı başında insan bu riske girer mi hiç?

Sorun jürilerin yetkin olup olmaması ve bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor kanaatimce. Gerisi hayal sapmasından başka birşey değil.

Hep bir reklamda ya da bir filmde hatta bir şarkıda; aaa bunu düşünmüştüm bende! dediğimiz anlar olur. Eller vicdana konsun.

Öperim Muallacığım.

Bekir

gece denemeleri

Üşüyormuş. Ellerini ısıtan arıyormuş. Açlığını giderecek, elbet iki ara bir nehirde ruhu doyuracak bir kişi. Albatros olmaya hevesli imiş, dişisini arıyormuş göklerde. Uçuyor, konduğu yerde yoksa aradığı oyalanmadan kaçıyormuş. Yormamış, üzmemiş, kırmamış. İncitmekten korkar halde bakınıyormuş sadece.

Dolanırken semalarda rastlamış enderine. Yanına usulca sokulmak istemiş ama zamanlama konusunda çekinceleri varmış. Beklemiş. Takip ederken düşünmüş sıklıkla.

- Acaba beni ister mi? O da beni mi diledi ki onun peşi sıra ilerlemekteyim?

Beklemiş kapı önlerinde. Sabah olsun da sevdiceği arz-ı endam etsin diye. Bekleşirken sokaktaki kedi köpekle, biri çöpünü savurmuş camdan aşağıya.

- İnsanlar ne kadar kötüler. Evlerinde tahammül edemedikleri şeyleri kafamızdan aşağı yağdırmayı huy edindiler.

Evsizi, uğursuzu, arsızı dolanırken mahallede, kızıl saçlı yeşil perisi görünmüş kapı dibinde. Kanatlarına dizgin vurup yolda ilerlemesini izlemiş. Gözden kaybedeceğini anladığı an kendine gelip izinden gitmiş.

Kokusu şeftali bahçesi, adımları ceylan endazesi ilerler dişisi önlerde... Sendeler, düşer ama takipten geçmez vaz:D

Ahuuee yeter bitsin bu da...

Yüz yıl yalanı, bakıştaki duygudan olsa gerek...

Kumrulara sormamışken...

Metroya giden yolda yankılanan kadın ve tambur sesi. Bu kadar mı güzel olur musikinin lezzeti.

21 Ekim 2009 Çarşamba

iade-i ziyaret

Bir gün bir gün bir çocuk, eve de gelmiş kimse yok diye başlayan çocuk şarkısının temasına takılasım var bugün. Bir garip çocuğun eve gelip kimseyi bulamaması, dolabı açıp bakınca ilacı şeker zannederek yemesi ve hastaneyi boylaması ile bitiyordu. İlacı şeker zannetme, soğuk duş alıp okula koş koş koş'la, erken yatarım erken kalkarım ille de bir yumurtayı sütle çırparımla benzer temalarda, öğretici olduğu zannedilen şarkılar. Çocuklukta dinlediğimiz şarkılar çok önemli aslında. İleride karşılaşacağımız birçok sorunu çözmemizde önemli rolü olduğuna inanıyorum. Eğer bir çocuk dünyaya getirebilirsem, eve televizyon almamayı başarabilirsem... Oturup bir köşede miniğime özel şarkılar yazmayı ve kafasındaki olayları daha sağlıklı anlamasını pekiştirmek istiyorum.

Sahiden insanların çoğu ilaç gibi. Her bünyeye aynı faydayı vermiyor ne yazık. Şekere benzeterek yediğinizde aşırı dozdan hastaneye sığınmak kaçınılmaz.

Neyse. Bir de cipslerin içinden çıkan tasolar vardı bir ara. Belki hala vardır ama çocukluk ve ergenlik dönemi arasına sıkışmış bir anı benim için şu gün. Deli gibi biriktirirdim. Dev taso kuleleri yapar, ellerimizdeki 'kapçik' dediğimiz lider tasomuzla kazanma hırsıyla tutuşurduk. Elde taso kalmayınca annemize koşar, cips parası ister, cips almayıp tasosu bol çocuklardan taso satın alırdık. Vay be! Ticaretin keşfi çocukluğumuzda gizli aslında.

Ben ne uyanık geçinen bir insanmışım. Annemden kitap için aldığım paradan biraz kırpınca kara kara düşünürdüm. Sahafa gider, kitapların bazılarını satın alır, barkot isterdim fazladan. Eski barkodun üzerine yeniden şekillendirdiğim kitap fiyatını yapıştırırdım. Eve gidince anneme eksik kitaplar kaldığını söylerdim. Bana değil öğretmenlere ve kitapçılara kızardı. Bu kadar pahalı kitaplar neden isteniyor ya da kitaplar neden bu kadar pahalıya satılıyor diye. Özür diliyorum başta annem, kitapçılar ve öğretmenlerimden. Utandım şimdi. Yine olsa yine yaparım diye düşündüm hemen peşinden. Utancım artmadı ama.

Uçurtma uçurasım var bir de. Bir organizasyon yapıp çocukluk arkadaşlarımı toplasam da şöyle keyifle baksak semalara. Çok zaman geçmiş üstünden.

çıt çıt çıt çıt

Çok sevdiğim yazarın kitabının başında yer alan bir öyküyü anımsadım. Koyunlarını otlatan çobanın, bir koyununu kaybetmesi üzerine diğerlerini yalnız bırakıp kaybolanı aramasıyla ilgiliydi. Kalanlarla değil, gidenlerle ilgilendiğimizi anlatan güzel bir öykü. Hatta kutsal kitaplardan birinden alıntılanmıştı. Neyse. Nereden aklına geldi sorusunun cevabını vereyim.

Önümde duran koca kase çekirdek dolu. Diğer kasede ise çöpleri. Elim gaflete düşüp boşaltılmamış çekirdeği, çöplerin arasına düşürünce aklıma geldi. Çekirdek çöplerini deli gibi karıştırıp kaybolan bir adet çekirdeğimi ararken hayıflandım. Yan kasedeki onlarca çekirdek dururken neden bir adet pijamalının peşinden gidiyorum diye. Elbette bulamadım. Kutsal olan kaseye döndüm. Ama aklım diğerinde kaldı.

Hayatta çöplerin arasına atılmış kayıp bir çekirdeği aramakla geçmiyor mu diye düşündüm. Elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz ne dersek diyelim. Yetinme duygumuzu bir şekilde geliştirmemiz lazım.

Çekirdek nasıl bir hastalıktır? Bırakılmıyor. Gittikçe acılaşıyor, yakıyor. Ama çok seviyoruz çekirdekleri.

Bit.

Tıp.

20 Ekim 2009 Salı

Takip

Dokuz katlı hanın en tepesine ilerlerken, sonsuz görünen karanlığın ucunda görülmeye değer ender manzaralardan biri kucaklıyor bedeni. İstanbul'u kanatlarının altına alanın, neden bu sevdayla tutuştuğunu anlatıyor resim. Pürüzleriyle, kalabalığıyla, kayıpları, adsızlarıyla... İnadına güzel, inadına arsız. Yürekte asi bir kımıldanma, telleri yine tutuşturuyor. Başlıyorsun umutlanmaya. Zorla değil, farkındalıkla sevdiriyor kendini. Saklamıyor hiçbir şeyini. Dekoltesi de önünde. Başlıyorsun fikir mastürbasyonuna. Milyonlarcası dökülüyor kafatasından aşağıya. Sonra dudaklara. Söz olup uçuşuyor, dağılıyor rüzgarıyla.

İktidarı Galata. Dini imanı Süleymaniye. Günahları Ayasofya.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bir gün... Yine 7 Ekim iken...

1806... Karbon kağıdı keşfedilmiş...
1923... İstanbul'da sıkıyönetim ve sansür kaldırılmış...
1966... İlk Türk otomobiline Anadol adı verilmiş...
1989... Altın Portakal Film Festivali'nde "Uçurtmayı Vurmasınlar" filmi 5 dalda ödül kazanmış...
2001... ABD, Afganistan'ı bombalamaya başlamış...
1985... Cumhuriyet tarihinin ilk kuşak bestecilerinden, Türk Beşleri grubunun bir üyesi, Onuncu Yıl Marşı, Lüküs Hayat opereti gibi ünlü eserlerin yaratıcısı Cemal Reşit Rey ölmüş...

şehir tarhana... insanlar biber!

Benim kadar talihsizi var mıdır? Yoktur!

5 Ekim 2009 Pazartesi

melodiler okşarken ruhu

Bazı sabahları uyandığımda müzikle ruhumu doyurmak isterim kahvaltıdan önce. Sadece bir fincan kahvenin ortaklığını kabul edip en sevdiklerimi toparlarım. Bağıra çağıra, annemin müdahalesi gelene kadar savururum içimde kalan ritimleri. Kendimi sevdiğim kısıtlı anlardandır. Bencilimdir, mutluyumdur, sakinimdir. İçimle barışık, dışın karışıklıklarının gönderildiği erişilmez anlarım.

Önemsemiyorum ne sorunları ne de dünyanın getirilerini. Melodilerin salıncağında sallandırıyorum ruhumu.

Bitsin kendini erişilmez zanneden boş hayaller. Gülümse dudak, eşlik et yanağım. Bir parça da sen çal ruh!

29 Eylül 2009 Salı

en büyük düşün baskınla düşürülmesi...

Kor bir el rüyaya düşer. Yakar ortalığı. Tozu dumana katar. Sürükler. Nefessiz bırakır.
Beyin oyunlarını oynarken, rüyada olmanın verdiği bilinç ve cesaretle serbest kalmış tercihler.. Hayata not edilen en büyük hayal.. İyi ki öyle kalmış. Öyle olduğu için rüya imiş, olmaması doğru olanmış. Pek korktum. Uyandığımda en derininden oflar çektim. Kimi zaman gözler sıkıca yumulur, rüyaya kaldığı yerden devam etmeye çalışır kişi. Böylesi gelince; biraz şaşkınlık, çokça merak, aşırı korku egemen olduğunda... Kararsızlık anında dönüş kapısı kapanır.

Sonunu göremedim. Tahminler başlasın.

27 Eylül 2009 Pazar

Mavi ojeli kadın, kahve köpüğü gözlü adam ve bir kaplumbağa

Edebiyat yapma kaygısından asıl düşünceleri kaçırıyorum çoğu kez. Onu da iyi yapıp yapamadığımı bilemiyorum. Sahi neyi tam anlamıyla bildiğimizi iddia edebiliriz ki. Her şey zamanla şekil ve isim değiştiriyor. Eleştiri kaynağının sahip olduğu değerlere göre başkaca anlamlandırılabiliyor her sonuç. Öyleyse ne doğru tektir ne de yanlışlar. Kimse, hiçbir duygu, muazzam düşünüşler, ne de bir elma. Aldanmamak gerek.

Kafası karışık mavi ojeli kadın tırnak etlerine bakıp bunu düşündü. Kahve köpüğü gözlü adamın gelmesini beklerken. Onun gibi bekleyenlerin birileri gelmişti. Armut kafalı adam, üzüm gözlü hatun, çarpık burunlu kaptan, arabası bozuk tamirci. O da gelecekti. Öyle demişti telefonda. Gelir miydi? Gelmese ne olurdu sanki? Gelmemesini düşündü. Kaplumbağasını öptü.

Yavaşça geri götürdü düşüncelerini. Duygu hanesinde yer eden en geniş hayallerini bir bir çıkarıp okşadı. Tam yettiğini düşündüğünde, yarım kaldığını hissetti. Bir geriye gitti. En geridekiler en güzelleri ancak en yalancılarıydı. Yalanların sarmalayan, ısıtan kollarına bıraktı. Kandırılma duygusunu öteledi. Yalanın gerçekçiliğinde bir ileri bir geri sallandı. Salıncaktan düşmemek ya da aşırı hızlanmamak için arada uzun bacaklarını yere sürterek; bir ileri bir geri. Çok ileri, dur orada.

Mavi eldivenini çantadan çıkarıp eline geçirdiği an başkalaştı. Artık mavinin kendisi gibi hissediyordu kendini. Yıkılmazlığı ve aldırmazlığı giymişti. Özgürleştiğini düşündü. Sorun sadece onun durduğu yerle alakalı idi. Merdivenin altından çok sular geçti. Onlar uğursuz muydu, pis miydi? Kimine göre öyle, kimineyse billur.

10 Eylül 2009 Perşembe

muhtemel 2009 raporu

2009 felaketler yılı olarak merhaba dedi. Nedense şaşmadı ve ısrarla kötü gitmeye devam ediyor. Güzelliklerden çok acıyı, nefreti hatırlatan olaylar kaldı zihnimde. Yıl sonuna kadar onlarcası birikir diye endişe içindeyim. Aklıma gelenleri yazayım dedim bende. Bakalım daha neler olacak.

Yılbaşı gecesi evde toplanan bir grup genç doğalgaz zehirlenmesi nedeniyle yaşamını yitirdi. Yetkililer suçu eski doğalgaz borusuna attı. Çıplaktılar dediler, çocuklarınızı sağa sola gönderirken dikkat edin dediler...

Taksim'de sinema önünde bekleyen genç kızın tepesine çerçeve indi. Neyse ki yaşamı sonlanmadı genç kızın. Kaza!! sonrası beyin fonksiyonları zarara uğradığı için yürüme güçlüğü yaşıyor, konuşma zorlukları, fiziksel yetersizlik gibi şikayetleri var... Fakat çerçevesi güvenlik önlemi alınmadan yerleştirilen bina hala en işlek ticaret merkezi olmayı sürdürüyor. Durumdan hafif cezai sıyrıklarla kurtuldu...

Bir baş bedenden ayrıldı. Çöpe atıldı. Aman anneler babalar kızlarınıza sahip çıkın olayın özeti haline getirildi. Baba medya tarafından parça parça kullanılıp çöpe atılırken, bilmem kaçıncı gündür hala aramalarına devam eden yetkililer sonuca yaklaştıkları konusunda ısrarcı... Evet katilin kim olduğunu biliyorlar. Çember daralmış. Daralıyor. Daral... Dar... Tıp!

Küçük bir kız çocuğunun ihbarı üzerine yakalan 50 yaş üstü sapık amcanın evi arandı. 250'ye yakın çocuk pornosu tespit edildi. Gözaltına alınan amca karakola götürülüp, kenarda sessizce beklerken "polisin bir anlık dikkatsizliğinden faydalanarak" 3. kattan aşağıya atladı.

Taksim'de bir turist bir lira vermediği için katledildi. Zanlı "Bugün canım bir Hristiyan öldürmek istedi, o nedenle yaptım" dedi. Bazı kendini dinsever zannedenler tarafından korunup, kollanmayı bekliyor...

Yağmur yağdı. Seller aktı. Şu an itibariyle 31 kişi artık nefes almıyor. Evi yıkılanlar, maddi kayıp yaşayanlar ve daha kötülerine Arap afet yetkilileri herşeyin geçeceğini fısıldıyor.

Olması olası olanları da yazalım da tam olsun bari!

Muhakkak olacakları...

Yılbaşı akşamı alınacak bütün güvenlik önlemlerine rağmen Taksim Meydanı yine ve yeniden sapıkların eğlence merkezi haline gelecek. Polis sayısı yine yetersiz olacak. Genç kadınlar arada tecavüz tehlikesi atlatacak. Önlem olarak önceden namuslu yurttaşların orada işi olmaz denilecek...

Gökten üç kurşun yağacak. Yönü, kimi belli olmayacak. Sadece ölenin adını bileceğiz.

Bir travesti cesedi çöplükte yanmış vaziyette bulunacak. Haberimiz bile olmayacak.

Cinnet getiren bir baba, evine hiç getirmediği mutluluğun hesabını önce ailesi, sonra kendi üzerinden ücretlendirecek...

Emeklilik yaşı 80'e çıkarılacak. Mezarda emeklilik hayali gerçek olacak. İlaç, maaş olarak gelmeyen destek mezartaşı ile ödenmiş olunacak.

Bir turist kadın yalnızca gülümsediği için erkeğe davetiye yollamış olacak.

Bit yazı.

.!

4 Eylül 2009 Cuma

Todo Sobre Mi Madre


"A todas las actrices que han hecho de actrices,
a todas las mujeres que actuan, a los hombres que
actuan y se convierten en mujeres, a todas las
personas que quieren ser madres. A mi madre.

Por orden de aparicion"

1 Eylül 2009 Salı

yekeke numooo yeke yekeeee!

Akıl Tohumlarının Güçsüzlüğü Adına!!!

Seksenlerin posterlerinin de kralı vardı. Biri "Peşin Satan ile Veresiye Veren", diğeri ise Ağlayan Çocuk posterleriydi. Her ikisi de konumunu günümüzde korumaktalar. O dönem bütün esnafların, bakkaların eksik etmediği o iki posteri bugün de aynı şevkle asan insanlar mevcut. Çelik kasasının yanına kurulmuş, karnı tok sırtı pek, etine dolgun bir tüccar purosunu içip keyifle gülümsüyor. Diğer yanda dili damağı kurumuş, borç senetleri sağa sola savrulmuş yoksulum esnafım var. Kocaman bir mesaj yazıyor, insanlar anlamıştır gerçi ama biz yine de yazalım mantığının örneği. Peşin satan (Evet aslında biraz da şeytan), veresiye veren...

Döneminde unutulmaz olan, hatta yaratıcı sayılabilecek bu postere gün itibariyle gülümseyerek bakarken.... Nereden çıktınız siz diyorum... Yaratıcılıkta adım adım ilerlediğimizin göstergesi.... Aynı mantıkla biri tok diğeri fakir iki çiftçi. Altlarında kocaman yazılanlara dikkat edelim lütfen...

TOPRAK ANALİZİNİ YAPTIRAN

TOPRAK ANALİZİNİ YAPTIRMAYAN

Evet. Böyle gelmiş böyle gidecek... korkarım valla diyen, felaketimizi önceden sezmiş olsa gerek. Birşey anlatmak isterseniz lütfen siz de bu yöntemi deneyiniz. Ya biz herşeyi böyle anlamaya alıştık ya da bizi hala ahmak zannediyorlar. En güzeli düşünmeyelim iyisimi her merakımızı, her derdimizi, her aktarımımızı bu yöntemle yapalım. Yüzde yüz verim alacağımız garantidir. Benim reklamcım da işini bilir memleketimde kardeşim. Ne sandınız?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

i am Lucy...

Nasa'daki bilim adamları uzay boşluğunda ham elmastan oluşan "BPM 37093" numaralı gezegeni keşfederler ve Beatles'ın "Lucy in the sky with diamonds" adlı ünlü şarkısına atfen Lucy adını verirler. Centaurus takım yıldızı üyesi, dünyadan 50 ışık yılı uzaklıktaki kristalize karbondan meydana gelen gezegenin 1.500 km çapındaki elmas çekirdeği, nükleer enerjisini tüketip sönen bir yıldıza aittir.

Dünyanın en büyük elması, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in tacındaki Afrika yıldızı. 530 karat ağırlığında olan bu elmasın adı, görüntüsü bana sömürgeciliği ve savaşı anımsatıyor her defasında. Bilimadamları belki biraz da bu serzenişi dile getirmek için gezegene bu adı vermiş olabilirler mi diye düşünüyorum. Beatles'ın yarattığı özgürlük ve isyan duygusu melodilerin ve zamanın ötesinde bir boyut kazanıyor. Ölümsüzleşiyor. Liverpool'lu efsanevi dört genç, kırk yıl sonra gökyüzünde yalnız gezen ham elmastan bir yıldıza isim babası olurken diğer yandan daima görünür kılınıyorlar. Düşünsenize, Nasa'da çalışan, akıl sınırlarını aşan keşifler yapan, çoğu orta yaşın üstünde olan ve astronomik maaşlarla çalışan bilim adamlarında da benzer bir duygu var. Belki onlar da geçmişte yaşadıkları benzer asilikleri, ruhlarındaki fırtınayı Beatles dinleyerek dışa vurdular. Karşılığında verebilecekleri en anlamlı armağanı sundular böylece.

Ne zaman dinlesem ruhuma masumiyet tohumları eken o müthiş şarkının, beni tek hüzünlendiren yansıması ise i am sam filmindeki andır. Film boyunca Beatles şarkıları farklı grupların yeni yorumlarıyla bize eşlik eder, küçük kız karakterinin adı da yine Lucy'dir. Filmde küçük kızının eğitim ve yaşamsal faaliyetlerine yeterli desteği vermesi mümkün görünmeyen zihinsel engelli Sam'in,
küçük zeki kızı Lucy'nin velayetini almak için yaşadığı gönülleri titreten mücaadelesiyle karşılaşırsınız. O ağlak haldeyken bile duyduğunuzda, yine bir umut serper içimize bu şarkı. Umutsuzluk içinde size huzurun yakınlaştığını, kötü şeylerin geçeceğini hissettirir.

Efsane olmak kolay değildir. Daha nice yıldızlar keşfedilecektir, nice filme ilham verecektir zamansız melodileri. Beatle mania zamanın ötesindeki yolculuğunu evren yok olana kadar sürdürecektir.

Tir. Dir. De... Evrene atılan imzalara müdaahele hakkımızın olmaması ne kadar üzücü. Misal bir yıldızımız olsa, ona Zeki Müren diyebilsek. Yan yıldıza Bülentciğimin adını versek. Baba bir yıldız daha keşfetsek, onun adı da Orhan olsa. Kıskanç Türk güdüleri işbaşında...

Ve hatta rüyalar gerçek olsa...

Yıldızımız olsa adına "Batsın bu dünya" desek. Milli ironilerimiz şaha kalksa...

Ahuhahaeeaa!





7 Ağustos 2009 Cuma

adızlar

Dünya bir harman yeri. Birileri dünyaya meyve verme hevesi ile yola çıkıyorlar. Uzun bekleme süresince ustaca tahminler yürütüyorlar. Bahçeye düşmeden önce özveriyle oluşturulan bu eski türün yeni numunesine seslenilecek bir kod veriliyor. Biz buna isim diyoruz.

Kimileri ömrünü hafızaya aldığı yedek bebek isimleriyle geçiriyor. Onun da tek zorluğu taraflardan birinin iknası olsa gerek. Üzerine o kadar yoğun düşünülen başka ne var dünyada bilemiyorum. Her konuya bu kadar hassasiyetle, anne baba şefkatiyle yaklaşılsa ne dert kalır ne tasa oysa. Dokuz ay boyunca kodu aranan meyve bazen şeklinden başkaca anlamlarla lanse edilebiliyor. Çilem, Kader, Satılmış, Şehriye, Kaymak liste uzar da uzar anlayacağınız...

En tuhaf geleni ise şudur; ana babanın çocuğuna kendi ismini vermesi. Bunun nedenleri nelerdir, amacı nedir bilinmez ama yakından tanıdığım, beni de dünyaya getiren anne babamın mantığını açıklayarak bir nebze olsun rahatlatabilirim gönülleri.

Annem gebe, biz etrafında minik insancıklar ona eşlik ederken adeta pamuk prenses gibiydi. İki kişilik bir anne. Derken konu bebeğin adının ne olacağına gelmişti. Ablam ve benim ismimle uyum sağlayacak isimler sıralıyorduk telaşla. Her bulduğumuzu bir nedenden ötürü beğenmiyorlardı.

Yeni keşifler daima keşfedenin adıyla anılır ya. Sanki bebek yapmayı bir tek onlar akıl etmiş ve başarmışlar gibi kendi adlarıyla imzalamaya karar verdiler bebeği. Ve babaların babası dedi ki; İleride çocuklarınız olacak, dedesinin ismini koyun dediklerinde o ismin çok demode olduğunu söyleyerek koymayacaksınız. Ben kendi çocuğuma kendi adımı veririm...

Bebek kız olunca adını annemden aldı. Babam hayalini son doğan erkek bebekte gerçekleştirebildiğinde mutluydu. Aynı evde aynı kodla anılan biri küçük diğeri büyük iki meyve vardı. Hatırlıyorum da evde hep bir telaş olurdu. Annem babamı çağırdığında, velet aradan koşa koşa gelir, babamda onu çağırdılar diye hiç oralı olmazdı. Aynı durum babam için de geçerliydi. Anneme seslenir ama küçüğüyle karşılaşırdı. Onun da çözümünü şirin lakaplar takarak savuşturdular.

Daima erkek kardeşimin evlendiği günde yaşanması muhtemel olanı düşünür gülerim. Sen Nuri oğlu Nuri... diye başlayacak nikah memuru. Babam en mutlu anlarından birini yaşayacak hiç şüphesiz.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir çimdik tuz aman ha!

Sabah kalkınca genellikle bazı yemekleri arar damağım. Genelde tarhana çorbası, lahmacun ya da taze fasülye olur. İsteğimi haklı göstermek için "ne olur ama bir tabak!" diye yakarırım anneme. Hep birle ifade ederim. Bir dilim pastırma, bir tane salatalık, bir tane sarma. Çok şey istemiyorum ya kendimce, ifadesini böyle dillendirebilirim.

Evde annesiz kaldığım günlerde ise on parmağımdaki en güçlü silahım olduğuna inandığım yemek yapma kabiliyetim uyanır. İş başa düştüğünde bir anda aşçı oluveririm. Dolaptaki malzemeleri en makul şekilde nasıl yemek ziyafetine dönüştürebileceğimi düşündüğüm anlarda ise arama motoruna olanı yazarım. Karşıma malzememe kestirdiğim tarifler çıkar ve yemeğimi yapmaya koyulurum.

Şekerpare, fransız usulü peynirli soğan çorbası ve etli bamya yapmayı bu şekilde öğrendim. Birilerinin bir yerde anne edasıyla bu tarifleri diğer yamaklarla paylaşmasını saygıya değer bulmuşumdur daima. Hoş özel tariflerini verdiklerini söyleseler de her daim bir giz vardır. Yemeğin imzasıdır o giz. Aslında saklamak adına eklememiş değillerdir. Mandalinanın kokusu hoş gelir diye kendince onu da içine iliştirmiştir ama yemeğin olmazsa olmazı değildir. Ustalık şudur kanaatimce; olmuş olana yapabildiğiniz eklentiler. Çünkü evlerimizde pişen her yemeğin tarifine genelde şu cümleyle başlarlar; bir tane irice soğanı doğrayın ve önceden kızdırılmış yağa atıp pembeleşinceye kadar kavurun...

Birincisi, ben soğanın pembeleşinceye kadar kavrulmasını bekleyemeyen sabırsız bir insanım. Eğer soğanım pembe halini alıveriyorsa o da şansadır. Çene çalarken büyük ihtimalle unutmuşumdur. İkincisi ise ölçülerdir. Bir avuç der bazısı. Eliniz iriyse yarım avuç demez. Bir çimdik der. Çimdiklediğimiz nesneye göre çimdiğin ölçüsü de değişir oysa.

Siz siz olun tariflere gözü kapalı uymak yerine kendi ölçünüzü oluşturmayı deneyin. Her yemeğe de kendinize ait özel bir ek malzeme eklemeyi de ihmal etmeyin.

Bu kadar anlatmışken ufak bir tüyo da ben vereyim a dostlar! Bilenler keyfini yaşamıştır ama bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var.

Eğer elinizde bir paket hazır çorba varsa ancak pakedin üzerinde yazan 4 kişiliktir yazısı panik yaşatıyorsa, evde 6 kişiyseniz...
5 bardak su ile yapılması önerilen çorbaya evvela 7 bardak su koyunuz. Paketin arkasındaki "içindekiler" bölümüne bakınız. Orda yer alan malzemelerden evde olanlardan birer kaşık ya da abartmadan içine atınız. Peynir tozu mu yazıyor, bir kaşık yoğurt... Domates sosu mu yazıyor, birazcık salça... Mısır nişastası mı yazıyor, varsa azcık mısır unu yoksa birazcık un... Elinizi korkak alıştırmayınız, koyunuz... Sonunda hem çorbanız size özel bir lezzete dönüşür, hem de daha çok kişi ile bu doyumsuz lezzeti paylaşabilirsiniz.

Ahueueu:D Yahu yemek tarif ederken kullanılan dil ne hoşmuş. Afiyet ola sizlere. Ben bir çorba kaynatayım hemen. Karnım acıktı.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Bir aslan miyav dedi...

Düşündü...

Kırmızı elbiseyle daha kadınsı olduğum bir gerçek. Ama bu renk beni olduğumdan çirkin gösteriyor. Hem seksi hem de çirkin olsam olmaz mı? Olmaz tabii salak mıyım neyim. Çirkin birşey hiç seksi gelir mi? Şurda duran kıza bak incecik. Ne giyse yakışıyor. Dudaklara bak Allahım. Ne renk ruj sürmüş o. Hımm. Öyle bir dudak yok ya. Kesin dolgunlaştırıcı kullanıyor. Bende şurdan çıkınca gidip bir tane alayım. Daha güzel durur bende orası kesin.

Söyledi...

- Heyy! Bakar mısınız? Bu elbisenin kalça kısmında potluk var. Defolu ürünleri neden normallerinin yanına koyuyorsunuz?
- Ben yardımcı olayım dilerseniz. Şöyle şurdan, hııhh oluyor. Göğüs kısmını tam yerleştirdiğinizde olacak. Mağazamızda defolu ürünler yer almıyor. Onları iade ediyoruz.
- Etmemişsiniz işte. Bu defolu.

Bir başka düşünüş...

Şuna bak. Koca kıçını elbiseye sığdıramadığı gibi bir de insanları aşağılıyor. O kadar yemeden önce düşünecek fırsatı olsa bu denli kabalaşmaz. Biraz daha konuşursa ben araya gireceğim de. Dur bakalım.

Söylediye dönüş...

- Madem defolu olduğunu düşünüyorsunuz öyleyse aynı modelin bir diğerini vereyim size hanımefendi onu deneyin. Olur mu?
- Ver bakalım.

Korktu...

Ben ne yaptım. Hay çenemin bağı kopsun! Şimdi o da olmayacak. Yemeyecektim işte o son lokmaları. Kola da içtim tabii o da şişlik yaptı. Yoksa bir kilo fazlam var. Ne çıkar ondan?

Gitti...

Of bulamasın ne olur! İnsana bir ağız tadıyla alışveriş yaptırmıyorlar. Defolu işte. Yoksa neden öylesine şekilsiz dursun ki? Şurdaki neden bana bakıyor öyle. Kıskanç şey. Tabi kuru kuru ne popo var ne meme. Çocuk reyonundan alsa bağırmaz o derece.

Bir başka söyleyiş...

- Bakar mısınız?
- Evet. Bana mı dediniz?
- Evet, siz. Üzerinizdeki elbise gayet güzel ve sorunsuz görünüyor.
- Yanılıyorsunuz, bence defolu.
- Ben yıllardır bu mağazadan alışveriş yaparım, samimiyetle söylüyorum ki asla defolu ürüne rastlamadım. Bence size uygun farklı bir çözüm bulmak lazım.
- Hay hay da, siz çalışan mısınız, müşteri mi ben anlamadım.
- Tüketiciyim. Genelde ben birşeyler tüketiyorum ama siz insanları öylesine tükettiniz ki müdahale etme gereği duydum.
- Ya?
- Ayrıca caddenin karşısında büyük beden kıyafetler satan bir dükkan var. Oraya giderseniz ne potluk olur ne bir şey...
- Siz çok kabasınız?
- Belki öyle ama burası kasaba değil. Siz de hanım ağa değilsiniz sanırım. İnsanları kendi kusurlarınız nedeniyle yormaya hakkınız yok.
- Sizin de bana karışmaya.
-

Sustu...

28 Temmuz 2009 Salı

hırsızın yavuzluğu, muhtemelin korkusu

Saat 03.46

Evin tüm odaları karanlık. Ev halkı uykularının en derin yerlerinde. Duyulan sesler horuldamalar, göz kapanınca açılan diğer yerden çıkan tıslamalar ve bendenizin parmak darbeleriyle dövdüğü klavyenin sesi. Ev birinci katta. Apartmanda ayak sesleri duyuyor, fazlaca önemsemiyorum. Derken kapıda bir ses, iki nefes. Hissediyorum ama önceleri korkmuyorum. Kapıya varana kadar kapı açılıyor. Karşımda biri 16 diğeri 13 yaşlarında iki erkek çocuk. Var gücümle kapıyı kapatıp ışığı yakıyorum. Eş zamanlı kapıyı kilitliyor, demiri sürgüyü çekiyorum. Kapıyı yumrukluyorum kaçsınlar diye. Cama koşup bakıyorum. Sakince yürüyen iki çocuktan biri kafasını kaldırıp bana bakıyor. Bağırmıyorum, bağıramıyorum. Korku ondan sonra başlıyor. Aklıma 'Who can kill a child' filmi geliyor. Sahiden, bir çocuğu kim öldürebilir diye düşünüyorum.

İstanbul'un en güvenli denilebilecek semtlerinden birinde, geceyarısı oturmuş, tüm benliğimde korkuyu hissediyorum. Kendimizi güvende zannederiz ya evimizde. Öyle olmadığını başınıza gelen absürt olaylarla anlıyorsunuz. Taksim'de yürürken bir tinerci sizi bıçaklayabiliyor, aniden bir yol dönemecinde karşılaştığınız eylemcilerin yediği cop darbelerine ortak olabiliyorsunuz ya da kafanıza cam çerçeve düşüp komaya girebiliyorsunuz. Her birine önlem alınabileceğini düşünen anneler buna ne demeli? Oraya gitme başına birşey gelir yavrum. İtle kopukla muhatap olma uzak kal yavrum. Aman binaların dibinden yürüme kafana saksı birşey düşer çocuğum. E evimdeyim, orda da güvende değilim.

Sabah bakkala gidiyorum ekmek almak için. Karşıdaki marketi soyduklarını öğreniyorum. Bir de tatilcilerden birinin evine girmişler yan binadan. Yine aynı çocuklar. Neden bunlar peki? Çünkü küçükler. Hep o yasal boşluklar, benzer hukuki karmaşalar nedeniyle salıverilen minik çocuklar.

Daha aynı gecenin akşamı, saat onda, başka bir binadan çıkarken yakalanan diğer çocuların olayını duyuyorum. Adamlar ellerinde tornavidaları, ingiliz anahtarı ve diğer ekipmanlarıyla binaya girdiklerinde mahallenin eskilerinden biri durumu farkederek üst kattan anahtar isteyip binanın ana kapısını kilitliyor. Köpeği ile kapıda nöbet tutarken polisleri arıyor. Adamlar polis gelince şunu söyleyip diğer yandan izleyici mahalleliye küfür ediyorlar;

- Bir arkadaşa bakacaktık.
- Ya elindekiler ne?
- Tamirciyim. Ayrıca davacıyım. Köpeğiyle bizi binada hapsetti.

Apartman sakinlerinden birkaçı şahit olarak karakola gidiyorlar. Anlattıklarına göre onbeş dakika geçmeden avukat bey gelmiş. Hırsızların avukatı. Müvekkillerimi buraya getirme nedeniniz nedir? Gezmek yasak mı? Ayrıca köpekli adamdan şikayetçiyiz... Davacı olmaya korkmuş insanlar. Nasıl olsa çıkacaklar, evimizi mimlerler, canımızı alırlar diye korkuyorlar. Haklılar. Ama haklılıkları yasallaştırılamıyor. Hırsız başını utançla öne eğmiyor çünkü, dik dik gözünün içine içine bakıyor. Gözbebeğini deliyor utanmaz, arsız bakışlarıyla.

Pes... Yuh... Ohanne... Bu nedir? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz. Nerede bu devlet sorusunu sıkça gündeme getirenlerden değilim. Anlayalı çok oldu. Alıştırıldım. Bu ülke öyle birilerinin inandığı gibi güzel günleri yakalayacak şartlara asla sahip olamayacak. Kendimizi kandırmayalım. Normal insanlara kalan, her şeyden olabildiğince uzak kalmak yalnızca. Çünkü hukuk denilen mekanizma işlemiyor halkı işletiyor resmen. Bir dilini çıkarıp, nanik demediği kalmış.

Evimdeyim. Sakinim. Ne zararım ne hayrım var kimseye. Kapının açıldığını fark etmeseydim ve içeri girselerdi belki de panikle bağıracaktım. Tornavida bir yerime saplanacaktı.

Bir çocuğu kim öldürebilir...

Masumluk denilen duygu bedeni terk edince, çocuksu ruhun hamleleri yerini kurt kanunlarına bırakınca, bir canın iç hesaplaşması bir diğerinin sonu olacaksa...

Bir çocuğu kim öldürebilir...

Yıllar önceki sohbetlerimizden biri. Yaşlı bir hanımefendinin sözü kulaklarımda yankılanıyor...

Yolda ilerliyorum. Kızımla buluşacağım. Yurtdışından yeni gelmiş. O kadar güzel ve ürkek. Ay gibi parıldıyor caddede. Adamın biri bıçağını çekse, çantasını almak için yanına yanaşsa... Ona zarar gelebilecek diye, bir insan öldürebilirim. Çünkü o ölmezse kızım ölecek...

Çok mu acımasız bu düşünce? Çok mu gayri insani...

Levent'te geçtiğimiz ay 35 yaşlarında bir kadın okuldan çocuklarını almak için yolda ilerlerken, 18 yaşlarında bir genç kadının çantasına sarılıyor. Kadın direniyor. İki bıçak darbesi...

Küçük bir ortaokul öğrencisi okul yolunda ilerlerken yolunu sekiz tinerci çocuk kesiyor. Çocuğu tam 100 küsür yerinden kesiyorlar. Ölmüyor. Kesikler derin değil ama çocuğun bedeni tinerci haritasına dönüyor. Yakalanıyor, rehabilitasyon merkezine gönderiliyorlar. Küçük öğrenci hala dışarı çıkamıyor, psikolojik destek görüyor...

Bir çocuğu kim öldürebilir...

hangi atın bokusun!

Sen! Çirkin cümlelerini de yanına al giderken. Ruhundan arta kalan hırpani kalıntılarını taşımamak için insanların omuzlarına yükleme gafletini. Değiştiremeyeceklerini sorgulamayı bırak. Her pürüzün altında arama sevinçlerini. Eline bir süpürge alıp halının altına tıkıştırdığın, kurtulamadığın pisliklerden biri sayma atamadıklarını. Çıkar kokusu diyorsun. Hangi atın bokusun. Al pisliğini savrul rüzgarınla.Çıkmaz olur karmaşa, tütmez olur pis dumanın.

Kocaman bir hiçsin. Hiç olsam kocaman olur muydum deyişini duyar gibiyim. Evet buldum. Sen gibisin. Çok aşınmış, yırtılmaya yüz tutmuş ayakkabı burnu gibisin. Kullan at traş bıçağı gibisin. Sahilde otururken keyfe keder vazgeçilen, biranın sıcak kalmış, içilmeyen son yudumları gibisin. Tuzun yanındaki karabiber gibisin. Yüzü güldürmeyen, gam doğuran, terk edilmiş viran şehir gibisin. Çiğnemeye doyamadığım damla aromalı sakızımla oluşturduğum balon gibisin.

Çok şey zannedebirsin kendini. Hakkındır. Bir şey değilsin benim ruhumda. Anca gibisin.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

ben susarım, sen konuş

Yanlarına yaklaşmaya çalışırım yıllardır. Onlarcasını gördüm. Renklerin ahenkle dans ettiği güzel tüylerine bakıp büyülenirsiniz, yaklaştığınız an gagasını çaçaron bir kadın gibi öylesine büyük açar ki ısırılmamak için geri durusunuz. Petshoplardaki hayvanların her biri sizi şirinlikle karşılarlar. Sanki ilk kez ve yalnızca size sıcak davranıyorlarmış gibi içiniz ısınır. Şefkat duygularınız körüklenir. Cebinizde paranız, evinizde bir kişilik yeriniz ve yüreğinize sığmayacak kadar sevginiz varsa satın alırsınız, bir nevi evlat edinirsiniz. Artık sizindir. Fakat kuşlarda bu kaygıyı göremezsiniz. Onlar gökyüzünün sahipleridir ve kafese kapatılsalar da ruhları daima özgürdür. Nerede olurlarsa olsunlar, kara canlıları gibi sizi satışa teşvik edecek oyunları sergilemezler. Farketmeniz için özel numaralar yapmazlar. Bir papağanın ya da bir kuşun gözünde bugüne kadar görmediğim teslimiyet arzusunu bir kuşta gördüm bugün.

İşte bugün dönüm noktasıdır ömrümde. Bugün özeldir. Unutmayacaklarımın arasına işlediğimdir...

Yanına yaklaşıyorum ürkekçe. Bembeyaz tüylerinin bir kısmı dökülmüş, yaşlı bir adamın kafasının tam ortası gibi göğüs kafesi. Seyrelmiş, neredeyse tamamı açıkta. Atan kalbini ince derisinden görebileceğim neredeyse. Isırır mı diye soruyorum. Yok diyorlar. Temkinli davranıp önce bir parmağı kafese daldırıyorum. Korkuyor. İkinci parmak hamlesiyle gagasına dokunuyorum. Başını öne eğiyor. Küçük bir kedi gibi okşayışlarıma izin veriyor. Sevdiriyor kendini. İşte o an, hayatımda ilk kez bir papağanı öpüyorum. Dudaklarımı kafesin tellerine dayıyorum, kafasını dudaklarıma yaslıyor. Geri çekiliyorum, gitmiyor. Bir tane, iki tane derken üçüncü kez öpüyorum pamuk tüylerinden.

Bir şeyi sevdiğim zaman yanından ayrılırken zorluk çekmişimdir hep. Fiyatını soruyorum çok pahalı. Sevmek sahip olmaya yetemiyor maalesef.

Keşke benim olsaydı diyorum. Öylesine severdim ki, bildiğim tüm kelimeleri öğretirdim. Sonra ne güzel karşılıklı konuşurduk...

Bu ne güzel bir gündür... Gönül sazları tıngır mıngır çalınır... Bir kuşun dökülse de tüyü, kelimesi yine de sevilesidir.

i wanna be an arowana


Bir balığa bu kadar anlam yüklenmesi ne kadar doğru? İnsanın her sevdiğine bir adet alası geliyor öyle olunca. Bahsi geçen türün adı: Arowana.

Bu balıklar sinirli ve agresif olurlarmış. Kendi türüne karşı da agresif tutumlar sergilediği için, genişçe bir akvaryumda yalnızca bir arowana beslenmesi gerekiyormuş. Doğal ortamlarında 1 metreye kadar büyüyebilen bu etobur balıklar, suni ortamlarında da kısmen bu boyuta yaklaşabiliyorlarmış. Havaya sıçramasıyla meşhur bu balığın akvaryumunun üstü muhakkak bir cam ile kapatılmalıymış. Anavatanı amazon olan bu yarı vahşi balığı canlı balıklarla beslenmeniz gerekiyormuş.

Esas konumuz ise şu. Balığı satan tüccarın, balığın adından sonra söylediği o ilgi çekici cümleler.

- Bu balık sahibinin ölümü ya da başına gelecek felakatleri önceden hisseder ve intihar eder. Hassas ve kişilikli bir balıktır.

Filmlerde google'a bir isim yazıp anında katilin çocukluğuna dair izler bulunabiliyor. Bir çıktı alınıyor ve katilin izini sürmeye başlıyorlar. Hani kardeşim nerede peki? Sahibinin başına birşey gelecekken bunu farkedip kendi canına kıyan bir metrelik balığın intihar haberi neden google'mda yok? Madem dünyada böylesine bilge bir balık var, bildiğin medyumdur! Övelim, sevelim, beslemeyelim mi?

Bir canlıya bakmak, onu sevmek için illa bir anlam mı yüklemek lazım? Değil elbet ama kendimizi mistik güçlerin havasına hapsetmek arada iyi gelebiliyor. Merakım ise şuradan doğuyor; ya balığa iyi bakmadığımız için eceliyle ölürse... Ardından öleceğim diye biz de tribe girersek... Psikolojidir ya bu hani... İnsanın kalbi bile durabilir stresten. Sorun balık mı değil mi bilmem ama benim tüccarım da işini biliyor artık!

21 Temmuz 2009 Salı

Nejla'nın çiçekleri

Güzel bir öğleden sonrası.
Elimde fotoğraf makinası, bulduğum dalı, ağacı, börtü böceği çekme gayretindeyim. Dijital fotoğraf makinasının yarattığı arsızlıkla çekiyorum da çekiyorum.
Çiçeklerin çoğunun adını bilmem. Ama hepsini severim. Hatta bir erkeğe verilebilecek en iyi hediyelerden birinin de çiçek olduğunu düşünürüm. Tabii erkeğine göre kaktüs de tercih edilebilir. İşte adını bilmediğim ama sevdiğim bir çiçeğin kenarındayken bir ses beni çağırdı a dostlar.

- Kızanım gel bunu da çek!



Meğer Nejla'nın el emeği göz nuru çiçeklerini çekmekteymişim. O küsmüş bana, gel bunu çek diyor. Şeker çiçeğiymiş adı, sahibi gibi pek bir tatlı çiçeği de. Nejla Teyze Silivri İskele meydanında yer alan tuvaleti işletiyor. Çiçeklerin her birini kendi elleriyle ekmiş. Belediye her gün sular ama sevgi veremez. Kalanını ben hallediyorum diyor.

Nejla Teyze'nin kendisini de çiçeklerini de çok seviyorum. Öpüp kucaklaşıyorum kendisiyle. Keşke herkes kendi kapısının önüne çiçek ekse, emek verse de her yanımız güzelleşse diye düşünüyorum.

kelimelerin gücü adına!

Kumdan kale yaptım. Mesafeyi iyi ayarladığımı düşündüm. Dalgaların geliş hızını, kadarını hesap edip muazzam bir alana konumlandırdığımı düşünürken evren gaza geldi. Belli ki kumdan yapacağım inşaayı alaşağı etme isteğindeydiler. Güneş bulutların arkasına saklandı, rüzgar tüm gücüyle esti... Esti... Deniz kudurdu, çılgınlaştı. Kalenin duvarlarından başladı. Sonra içini fethetti. Dalgaların önüne set çekmek için uzanıverdim. Bana mısın demedi. Kumdan kalemi hazmedemedi hain deniz. Kalemi, kendi bedenimle ezdirdi.

Yıkılır elbet kumdan kaleler. Kalıcı olmadığını bilerek yaparsınız zaten. Anlık mutluluklar adına... Yaratıcılığın gücü adına... Yapabilmenin güzelliği adına...

Düşündüm o dakika. Gücüne inandığım sağlam materyallerimiz vardı; kelimeler! Bir cümleyi kurmak için düşünceden öte engel, yine ondan büyük güç kaynağı yoktur. Aklınıza gelmesi, oldurulması kafidir.

"Doksan can aldım geçtiğimiz sene. Doksan kiliseye adak adadım, ruhları huzur bulsun diye. Bir bendekini kurtaramadım. Baktım beceremiyorum, onu da cami avlusuna bıraktım. Birileri acısın, koruyup bağrına bassın diye..." yazdım. Bu artık kurmaca ötesidir. Tarafımdan oldurulmuştur.

Ya da...

Yüzme bilmesemde, birini yüzdürebilirim. Uçamam ama uçururum. Sonsuz zenginlik içinde geçirtebilirim birine günlerini, diğerine en onulmaz acıları çektirebilirim.

Ve çoğu zaman yazmak da gerekmez. Cümleler kurulur. Bazen havayla sürüklenir bazen kalıcılaştırılır. Akla yazılanları en önemlileri değil midir zaten?

He-man gibi elimde kılıcım yok, kalemlerimi alıp güç topluyorum. Aklıma sahiden gay mi idi bu He-man sorusu takıldı, gülüyorum. Ve ısrarla tekrarlıyorum:

Kelimelerin gücü adına...

Bir başka ben oluyorum.

2 Temmuz 2009 Perşembe

bingo!

Bir düş gördüm. Uyanır uyanmaz gözlerimi tekrar yumup o ana geri dönmeye çalıştım. Olmadı.

Fil...
Tarih...
Feza...
Dahası dahası...
Akılda kalsın!

16 Haziran 2009 Salı

aslansın Lio, kaplansın İbo



Temmuz 2007 Lionel Richie konserindeyiz. Verilen kısa bir ara sonrasında kıyafetini değiştirip sahneye tekrar çıkan Lio'yu gören masum izleyicilerden biri;

-Olm bu İbo'ya benziyor lan! diyor.

Üzerinde saten siyah bir beyaz ceket. İçinde baklava motifli ışıltılı payet gömleği ile bir an hayatımın karşılaştırmasını yapmak zorunda kaldım. Lio'ya büyük bir haksızlık yaptığımın da farkında olarak...

Ama elleri vicdanlara koyalım. Haklılık payım yok mu?