19 Ağustos 2009 Çarşamba

i am Lucy...

Nasa'daki bilim adamları uzay boşluğunda ham elmastan oluşan "BPM 37093" numaralı gezegeni keşfederler ve Beatles'ın "Lucy in the sky with diamonds" adlı ünlü şarkısına atfen Lucy adını verirler. Centaurus takım yıldızı üyesi, dünyadan 50 ışık yılı uzaklıktaki kristalize karbondan meydana gelen gezegenin 1.500 km çapındaki elmas çekirdeği, nükleer enerjisini tüketip sönen bir yıldıza aittir.

Dünyanın en büyük elması, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in tacındaki Afrika yıldızı. 530 karat ağırlığında olan bu elmasın adı, görüntüsü bana sömürgeciliği ve savaşı anımsatıyor her defasında. Bilimadamları belki biraz da bu serzenişi dile getirmek için gezegene bu adı vermiş olabilirler mi diye düşünüyorum. Beatles'ın yarattığı özgürlük ve isyan duygusu melodilerin ve zamanın ötesinde bir boyut kazanıyor. Ölümsüzleşiyor. Liverpool'lu efsanevi dört genç, kırk yıl sonra gökyüzünde yalnız gezen ham elmastan bir yıldıza isim babası olurken diğer yandan daima görünür kılınıyorlar. Düşünsenize, Nasa'da çalışan, akıl sınırlarını aşan keşifler yapan, çoğu orta yaşın üstünde olan ve astronomik maaşlarla çalışan bilim adamlarında da benzer bir duygu var. Belki onlar da geçmişte yaşadıkları benzer asilikleri, ruhlarındaki fırtınayı Beatles dinleyerek dışa vurdular. Karşılığında verebilecekleri en anlamlı armağanı sundular böylece.

Ne zaman dinlesem ruhuma masumiyet tohumları eken o müthiş şarkının, beni tek hüzünlendiren yansıması ise i am sam filmindeki andır. Film boyunca Beatles şarkıları farklı grupların yeni yorumlarıyla bize eşlik eder, küçük kız karakterinin adı da yine Lucy'dir. Filmde küçük kızının eğitim ve yaşamsal faaliyetlerine yeterli desteği vermesi mümkün görünmeyen zihinsel engelli Sam'in,
küçük zeki kızı Lucy'nin velayetini almak için yaşadığı gönülleri titreten mücaadelesiyle karşılaşırsınız. O ağlak haldeyken bile duyduğunuzda, yine bir umut serper içimize bu şarkı. Umutsuzluk içinde size huzurun yakınlaştığını, kötü şeylerin geçeceğini hissettirir.

Efsane olmak kolay değildir. Daha nice yıldızlar keşfedilecektir, nice filme ilham verecektir zamansız melodileri. Beatle mania zamanın ötesindeki yolculuğunu evren yok olana kadar sürdürecektir.

Tir. Dir. De... Evrene atılan imzalara müdaahele hakkımızın olmaması ne kadar üzücü. Misal bir yıldızımız olsa, ona Zeki Müren diyebilsek. Yan yıldıza Bülentciğimin adını versek. Baba bir yıldız daha keşfetsek, onun adı da Orhan olsa. Kıskanç Türk güdüleri işbaşında...

Ve hatta rüyalar gerçek olsa...

Yıldızımız olsa adına "Batsın bu dünya" desek. Milli ironilerimiz şaha kalksa...

Ahuhahaeeaa!





7 Ağustos 2009 Cuma

adızlar

Dünya bir harman yeri. Birileri dünyaya meyve verme hevesi ile yola çıkıyorlar. Uzun bekleme süresince ustaca tahminler yürütüyorlar. Bahçeye düşmeden önce özveriyle oluşturulan bu eski türün yeni numunesine seslenilecek bir kod veriliyor. Biz buna isim diyoruz.

Kimileri ömrünü hafızaya aldığı yedek bebek isimleriyle geçiriyor. Onun da tek zorluğu taraflardan birinin iknası olsa gerek. Üzerine o kadar yoğun düşünülen başka ne var dünyada bilemiyorum. Her konuya bu kadar hassasiyetle, anne baba şefkatiyle yaklaşılsa ne dert kalır ne tasa oysa. Dokuz ay boyunca kodu aranan meyve bazen şeklinden başkaca anlamlarla lanse edilebiliyor. Çilem, Kader, Satılmış, Şehriye, Kaymak liste uzar da uzar anlayacağınız...

En tuhaf geleni ise şudur; ana babanın çocuğuna kendi ismini vermesi. Bunun nedenleri nelerdir, amacı nedir bilinmez ama yakından tanıdığım, beni de dünyaya getiren anne babamın mantığını açıklayarak bir nebze olsun rahatlatabilirim gönülleri.

Annem gebe, biz etrafında minik insancıklar ona eşlik ederken adeta pamuk prenses gibiydi. İki kişilik bir anne. Derken konu bebeğin adının ne olacağına gelmişti. Ablam ve benim ismimle uyum sağlayacak isimler sıralıyorduk telaşla. Her bulduğumuzu bir nedenden ötürü beğenmiyorlardı.

Yeni keşifler daima keşfedenin adıyla anılır ya. Sanki bebek yapmayı bir tek onlar akıl etmiş ve başarmışlar gibi kendi adlarıyla imzalamaya karar verdiler bebeği. Ve babaların babası dedi ki; İleride çocuklarınız olacak, dedesinin ismini koyun dediklerinde o ismin çok demode olduğunu söyleyerek koymayacaksınız. Ben kendi çocuğuma kendi adımı veririm...

Bebek kız olunca adını annemden aldı. Babam hayalini son doğan erkek bebekte gerçekleştirebildiğinde mutluydu. Aynı evde aynı kodla anılan biri küçük diğeri büyük iki meyve vardı. Hatırlıyorum da evde hep bir telaş olurdu. Annem babamı çağırdığında, velet aradan koşa koşa gelir, babamda onu çağırdılar diye hiç oralı olmazdı. Aynı durum babam için de geçerliydi. Anneme seslenir ama küçüğüyle karşılaşırdı. Onun da çözümünü şirin lakaplar takarak savuşturdular.

Daima erkek kardeşimin evlendiği günde yaşanması muhtemel olanı düşünür gülerim. Sen Nuri oğlu Nuri... diye başlayacak nikah memuru. Babam en mutlu anlarından birini yaşayacak hiç şüphesiz.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir çimdik tuz aman ha!

Sabah kalkınca genellikle bazı yemekleri arar damağım. Genelde tarhana çorbası, lahmacun ya da taze fasülye olur. İsteğimi haklı göstermek için "ne olur ama bir tabak!" diye yakarırım anneme. Hep birle ifade ederim. Bir dilim pastırma, bir tane salatalık, bir tane sarma. Çok şey istemiyorum ya kendimce, ifadesini böyle dillendirebilirim.

Evde annesiz kaldığım günlerde ise on parmağımdaki en güçlü silahım olduğuna inandığım yemek yapma kabiliyetim uyanır. İş başa düştüğünde bir anda aşçı oluveririm. Dolaptaki malzemeleri en makul şekilde nasıl yemek ziyafetine dönüştürebileceğimi düşündüğüm anlarda ise arama motoruna olanı yazarım. Karşıma malzememe kestirdiğim tarifler çıkar ve yemeğimi yapmaya koyulurum.

Şekerpare, fransız usulü peynirli soğan çorbası ve etli bamya yapmayı bu şekilde öğrendim. Birilerinin bir yerde anne edasıyla bu tarifleri diğer yamaklarla paylaşmasını saygıya değer bulmuşumdur daima. Hoş özel tariflerini verdiklerini söyleseler de her daim bir giz vardır. Yemeğin imzasıdır o giz. Aslında saklamak adına eklememiş değillerdir. Mandalinanın kokusu hoş gelir diye kendince onu da içine iliştirmiştir ama yemeğin olmazsa olmazı değildir. Ustalık şudur kanaatimce; olmuş olana yapabildiğiniz eklentiler. Çünkü evlerimizde pişen her yemeğin tarifine genelde şu cümleyle başlarlar; bir tane irice soğanı doğrayın ve önceden kızdırılmış yağa atıp pembeleşinceye kadar kavurun...

Birincisi, ben soğanın pembeleşinceye kadar kavrulmasını bekleyemeyen sabırsız bir insanım. Eğer soğanım pembe halini alıveriyorsa o da şansadır. Çene çalarken büyük ihtimalle unutmuşumdur. İkincisi ise ölçülerdir. Bir avuç der bazısı. Eliniz iriyse yarım avuç demez. Bir çimdik der. Çimdiklediğimiz nesneye göre çimdiğin ölçüsü de değişir oysa.

Siz siz olun tariflere gözü kapalı uymak yerine kendi ölçünüzü oluşturmayı deneyin. Her yemeğe de kendinize ait özel bir ek malzeme eklemeyi de ihmal etmeyin.

Bu kadar anlatmışken ufak bir tüyo da ben vereyim a dostlar! Bilenler keyfini yaşamıştır ama bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var.

Eğer elinizde bir paket hazır çorba varsa ancak pakedin üzerinde yazan 4 kişiliktir yazısı panik yaşatıyorsa, evde 6 kişiyseniz...
5 bardak su ile yapılması önerilen çorbaya evvela 7 bardak su koyunuz. Paketin arkasındaki "içindekiler" bölümüne bakınız. Orda yer alan malzemelerden evde olanlardan birer kaşık ya da abartmadan içine atınız. Peynir tozu mu yazıyor, bir kaşık yoğurt... Domates sosu mu yazıyor, birazcık salça... Mısır nişastası mı yazıyor, varsa azcık mısır unu yoksa birazcık un... Elinizi korkak alıştırmayınız, koyunuz... Sonunda hem çorbanız size özel bir lezzete dönüşür, hem de daha çok kişi ile bu doyumsuz lezzeti paylaşabilirsiniz.

Ahueueu:D Yahu yemek tarif ederken kullanılan dil ne hoşmuş. Afiyet ola sizlere. Ben bir çorba kaynatayım hemen. Karnım acıktı.