30 Ekim 2009 Cuma

arsızlığın böylesi

Korsan taksi kartviziti geçti elimize bir yerden. Adamlar 13 maddelik kural eklemişler en arkasına. Kendileri dürüstlük abidesi olan bu oluşum, müşterilerini elde tutmak için bazı şartlarını sunuyor. Korsanın da korsanını yapacak kadar vicdansız ve onursuz olmayın demek istiyor. Yuhlar çekiyoruz hep beraber ve maddelerin en ilginçlerini paylaşalım diyoruz...

Değerli Müşterilerimiz;

1- Şoförlerimizden şahsi numara istenmemesi önemle rica olunur.
2- Direksiyon dersi verilir.
3- Station tarzı araçlarımız mevcuttur.
4- Siz saygıdeğer müşterilerimizin olmaksızın şirketimiz Eşya, evrak koli, paket vb. eşyalarınızı şirketimiz güvencesiyle taşınmaktadır. (Kargoya da el atmışlar)
5- Güzergah şoför tarafından belirlenir. Güzergahı değiştirirseniz fiyatı da değiştirmiş olursunuz.

Ve olmazsa olmazı... memnuniyetinizi dostlarınıza şikayetlerinizi ------ nolu telefona bildiriniz. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz...

Nereye şikayet edilir diye düşündüm, Birleşik Taksiciler Birliği'ni seçtim. Kartvizitin fotoğrafını çekip eke iliştirdim. Otomatik mailin dediğine göre konu ile ilgili en yakın zamanda bana geri dönülecekmiş. Beklemedeyim efendim.

Korsana karşı oluşum nedeniyle şikayet etmedim ama sakın yanlış anlaşılmasın. Nedeni arsız oluşları. Hem korsan taksi hizmeti veriyor, hem kartvizit bastırıyorsun. Bir de kuralsızlığını kenara koyup, yeni kurallar bütünüyle karşımıza çıkıyorsun. Bu ne perhiz bu ne patlıcan turşusu! Korsan oldun hadi kendi seçimin, karada dolaşma bari kardeşim!

zeminimde kayma var

Sinpaş Grubu başkanı Avni Çelik, bugün NTV'de bir televizyon programına konuk olarak katıldı. Konut alacak yatırımcılara piyasaların gidişatı hakkında bilgiler verdi, Sinpaş'ın gelecekte yapacağı yatırımları anlattı. Bu esnada stratejik olarak yatırım yapmaktan kaçındıkları iki semtten bahsetti. Beylikdüzü ve Yakacık semtlerine Simpaş olarak yatırım yapmadıkları, zeminin gereken altyapı bakımında yeteri kadar güçlü bulunmadığını söyledi. Sunucu, yaşanacak depremle alakalı endişeleriniz mi var diye soracak oldu ki ustaca yanıtıyla Avni Bey diğer şirketlere saldırmadan iki cümleyle konuyu kapamayı başardı.

Sosyal sorumluluk bu duruşta gizli. Yalnızca yüz öğrenci okutarak ya da belli dönemlerde kampanyalarla vicdanı sızlatarak yakalanamayan bir duruş. Zemin kötü, insanları kollayalım, bari biz canlı canlı mezara sokmayalım insanları demedir.

Bu konu sürekli konuşulmasına rağmen herkes üstüne çarşaf serip kapatıyor nedense. Beylikdüzü'nde yükselen çok katlı konutlarla ilgili fikir ayrılıkları devam ederken, insanlar konut almayı sürdürüyor. Geçtiğimiz yıllarda toprakta kayma olduğu tespit edilmiş, bazı konutların tahliye edilmesi gündeme gelmişti. Medya reklam yatırımlarıyla çarkı döndürdüğü için reklamverenlerini kızdıramıyor. Bu nedenle firmaların olumsuz haberlerine yer veremiyor. Yakın zamanda bir deprem olup olmayacağını bilmiyoruz. Elbette olacak. Hafif sıyrıklarla atlatmayı umuyoruz ancak uzmanlar İstanbul'un bu defa ucuz kurtulamayacağını söylüyor. Kayıtsız kalıp, öncesinde ve her zaman yaptığımız gibi seyrederek sonradan hangi hakla konuşmalarımızı sürdürebiliriz? Yılan bize dokunana kadar kenarlarda susuşlarımıza devam edip, yıkımlar yaşandığında sahte gözyaşlarımızla yüzlerimizi yıkayacağız yine. Masum olduğumuza inanacağız.

Çözüm nedir peki? Aklıma gelen tek şey şu oluyor. TRT Reklam Departmanı'nde staj yaptığım dönemde güzel bir uygulama vardı. Bir reklamveren, reklamında herhangi bir iddiada bulunuyorsa bunu belgelendirmelerini istiyorlardı. Örneğin Avrupa'nın en hızlı otomobili benimki diyorsa, bunun değerlendirmesini yapan kurumdan belgeyi de reklam departmanına göndermesi gerekiyordu. Aksi takdirde bu iddiaya yer veremiyordunuz.

İnsanlar büyük gazetelerde yer alan ilanlara güvenip, yatırım amaçlı ya da yaşamak için konut seçerken, gazeteye duydukları güvenle hareket ediyor. Her gazete ya da televizyon, reklamda yer alan iddianın doğruluğu için belge istese ve sorumluluk bilinciyle hareket etse. İnanın bu çok zor düzene sokulacak bir uygulama değil. Zeminin sağlam olduğu ya da kullanılan malzemenin belli standartlarda olduğunu kanıtlayan belgelerle reklamlar yayınlandığında, güven ticaretini zedelemez. Böylece akı da karası ile ortaya çıkar.

Değil midir ki bu ülkenin çok ünlü sanatçıları, televizyonları zamanında bankerlere yöneltmişti halkı. Paraya para katma heveslisi, yatırım meraklısı bir ton insan mağdur olmuştu. Peki bunu nasıl başarmıştı bir reklam? "Biraz şundan, biraz bundan... aman hocam patlar, matlar... işte sonunda becerdi.... ben de güvenli bir yol seçtim... Banker Kastelli!" diyen reklam 2 dakika boyunca sürüyordu neredeyse. Dönemin neredeyse bütün ünlü oyuncularının hatırı sayılır paralarla oynadığı reklamlarda kimler yoktu ki; Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Selma Güneri, Eşref Kolçak... Bu isimlerin reklamda yer alması onların sağlam ve güvenilirlik imajı ile firma arasında bağ kurulmasına neden olmuştu. Halk parasını akın akın bankerlere yatırırken malum sona doğru gittiklerinden habersizdi.

Güvenilir olmayan zemin, güvenlir olmayan adamlar; güvenli kabul edilen insanlarla ya da markalarla lanse edilirse sonuçlar felaket olur. Bunu herkesin düşünmesi gerekir.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Donsuz geceler efendim! Havanız iyi olur!

Yıllar önce televizyonda bir programa katılan Ersin İmer, o muhteşem finalin öncesinde yaşananları paylaşmıştı. TRT'de hava durumu programını sunmayı sürdürüken, üstlerinden bir eleştiri almış. Programlar hep aynı şekilde sonlanıyor, değişik bir bitiş yapması rica ediliyor. O sıralar ülke tahminimce Balkanlardan gelen yoğun hava dalgası sonucu kara teslim olmak üzere. Evler, araçlar kara gömüldü gömülecek. Hava raporunu izleyiciyle paylaşan Ersin Bey, anlamlı bir temennide bulunuyor sonrasında; Donsuz geceler diliyorum efendim. Sonrası malumunuz. İşinden olmuş zavallı adamcağız.

Bir de Hülya Uğur vardı. Hava durumu sonrası vedalaşmalarının, en seksi sunumu da hanımefendi tarafından icra edilmiştir; Havalar nasıl olursa olsun, yeter ki sizin havanız iyi olsun...

Ah zavallı biz! Hava durumu sunanlar, şekilsiz ve özensiz vedalarla uğurluyorlar şimdi.

80'lerin şikisi

23 Ekim 2009 Cuma

"Oktan Bir Aşk Hikayesi"ne Güzellemeler

İlk önce kendimden örnek vererek başlıyorum. Bazen aklıma şahane olduğuna inandığım bir fikir gelir. Kenara not ederim. Senaryosunu yazarım ya da kısa bir öykü çıkar diye kumbarama atarım. En büyük örneğimde şudur; "İnsan neden doğduğunda tazedir, yaşlı doğsak ve süreç tersine işlese," diye düşünüyorken hatta karalamışken sayfalar dolusu yazıları, aradan zaman geçti Benjamin Button'ın tuhaf hikayesi filmi çıktı. Ben o arada kısa filmini çekseydim ve bana hırsız denilseydi incinmez, haksızlığa uğramış hissetmez miydim? İnsanları inandırabilir miydim? Bilemiyorum. Kaldı ki filmde bir kitap uyarlaması ama kitaptan dahi haberim yoktu. Düşünmüş ve yazmışız başka zamanlarda, dönemlerde.

Elbette fikirler aklımıza gelir. Eşsiz varlıklar değiliz. Kilometrelerce ötede bizimle aynı şeyi düşünen, hisseden birileri muhakkak vardır. Olacaktır. Özellikle sanat alanında, ilk olarak düşünen ve hayata geçirenindir o fikir. İyi araştırmak lazım o nedenle. Başka yolu yok gibi.

Aslında konu hakkındaki görüşlerimi forumlarda aktarmayı umuyordum ancak eleştiriye kapalılar ve hakarete varan sözler sarf ediyorlar. İyi niyet bir yere kadar geçerli, gerçekçi bakmak lazım olaya. O nedenle kendi çöplüğümde öteyim bari dedim. Ötüyorum efendiler.

Gizem Elçi adlı arkadaşımız bir kısa film çekiyor. Okuldaki dersi için çekiyor bu kısa filmi. Ardından çok yoğun emek sarf ettikleri bu filmi festivallere de göndermeye başlıyorlar. Üzerinde çalışıldığı belli olan, emeği takdir edilesi hoş bir film çıkıyor ortaya. Festivallerden eli boş dönmüyorlar. Buraya kadar herşey çok güzel, bol şans dilemek en güzeli...

İlk önce övgülerimi aktarayım ki yazıyı okuyunca bunları kötü niyetle yazmadığımı anlasınlar. Özellikle filmin yönetmenini ya da emeği geçen diğer arkadaşları kırmak ya da zarar vermek gibi bir niyette değilim. Ama kırgın ve kızgınım ne yazık ki. Nedenlerini sıraladığımda umarım anlarsınız.

Altın Koza Film Festivali'nde, kısa film dalında en iyi film ödülünü aldı "Oktan Bir Aşk Hikayesi". Bu demek oluyor ki, senaryonun özgünlüğüne, işlenişine, diğer filmlerden benzersiz oluşuna o ödül layık görüldü. Neden mi bunu söylüyorum. Gizem Elçi'nin filmi diğer filmlerden yönetmenlik bakımından önde olduğu için o ödülü almadı, konusu farklıydı. Benzersiz zannedildiği için diğer filmleri sollamıştı. Eğlenceliydi, insanı güldürüyordu. Aşk acısına gülmenizi sağlıyordu. Bu önemliydi. Ödülü alan Gizem'de çevresine bunları söylüyordu zaten. "Benim filmim eğlenceli bulunduğu için ödülü aldı" diye.

Burada kızdığım taraf jürinin kendisi! Derdim sitemim jüriye. Gizem Elçi bir öğrencidir. Kendi bir fikir bulmuş geliştirmiştir. Orasına takılmıyorum. Ancak jüri koltuğunda oturuyorsanız, kendi alanınızda bilgi sahibi olmanız şart. Güzel çekilmiş bir film var karşınızda. Diğer finale kalanların ki kadar güzel. Ancak konusu her birinden farklı. Evet birinci o olmalı. Ancak senaryonun özgünlüğünü anlayabilmeleri için kısa filmleri izlemeleri gerekiyor. Milyonlarca kısa film var hangisini izleyelim demek bizim için olasılık dahilinde ama jüri için geçersiz bir bahane. Gizem Elçi ya da ekibi günah keçisi olarak ezilip büzülmeyi haketmemeli. Ama bunları da konuşmadan çözüm bulamıyoruz maalesef.

Hemen farklı bir konuyu da jüri saçmalamalarına iliştirip yazıyı sonlandırayım. Efendim benim binbir zorlukla çektiğim kısa filmimin yapım yılı 2008 mart ayı. Altın portakala filmimi yolladıktan sonra aldığım telefonda, "Üzülerek filminizin yarışmaya alınamayacağını iletmek isteriz. Çünkü Ekim 2008'den önceki filmler yarışmaya alınmıyor." denildi. Hay hay diyerek, biraz üzülerek kapattım telefonu. Eleme sonuçları açıklanınca, finale kalanları gördüğümde kafamda bir solucan gezinmeye başladı. Fırat Mançuhan'ın "Sapak" adlı filmini göreli çok zaman geçti dedim. Kısa bir arama yaptım. Film, 2008 yılının Ekim ayından öncesinde ödül bile almış. Çünkü yapım yılı 2007 olarak görülüyor. Merak edenlere...

http://www.sinematurk.com/person.php?action=goToPersonPage&id=52396&ad=F%C4%B1rat%20Man%C3%A7uhan

Bu bir kuraldı. 2008 Ekim ayı öncesi olduğu için bu filmi almıyoruz dediniz. Ancak finale kalan film 2007 yapımıydı. Festival yetkililerine durumu bildiren bir e-mail de attım. Yapım yılı kuralınız gereği bu film festivalde yer almamalı, alıyorsa nedenini bana anlatmanızı rica ediyorum diye. Yine Fırat Mançuhan üzerinden örnek vermek durumunda kaldığım için üzülüyorum ancak olay bundan ibaret. Haberi bile yoktur bu çifte standarttan ancak yaşadığımız olayı paylaşmamız lazım. Çünkü tam üç kez durumu iletmeme rağmen festival yetkililerinden yanıt alamadım.

Şimdi yazdıklarımı tekrar okudum. Hangi kural, hangi jüri, hangi güvenden bahsediyoruz arkadaşlar. Bildiğiniz gibi ne fikirler kolay bulunuyor ne de onları hayata geçirirken işler sorunsuz yürüyor. Sanat her zaman yoğun emek ve akıl gerektiren bir dal. Özellikle yaratıcılık. Finale kalan diğer kişilerin olaya ne kadar mantıklı yaklaşsalar da jüriye kızdıklarına eminim. Bu nedenle daha fazla arkadaşların üzerine gidilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonra herkes filmlerine bu defa nereden araklamışlar, şu plan aynı bu filmdekine benzemiş diyebilir. Aklı başında insan bu riske girer mi hiç?

Sorun jürilerin yetkin olup olmaması ve bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor kanaatimce. Gerisi hayal sapmasından başka birşey değil.

Hep bir reklamda ya da bir filmde hatta bir şarkıda; aaa bunu düşünmüştüm bende! dediğimiz anlar olur. Eller vicdana konsun.

Öperim Muallacığım.

Bekir

gece denemeleri

Üşüyormuş. Ellerini ısıtan arıyormuş. Açlığını giderecek, elbet iki ara bir nehirde ruhu doyuracak bir kişi. Albatros olmaya hevesli imiş, dişisini arıyormuş göklerde. Uçuyor, konduğu yerde yoksa aradığı oyalanmadan kaçıyormuş. Yormamış, üzmemiş, kırmamış. İncitmekten korkar halde bakınıyormuş sadece.

Dolanırken semalarda rastlamış enderine. Yanına usulca sokulmak istemiş ama zamanlama konusunda çekinceleri varmış. Beklemiş. Takip ederken düşünmüş sıklıkla.

- Acaba beni ister mi? O da beni mi diledi ki onun peşi sıra ilerlemekteyim?

Beklemiş kapı önlerinde. Sabah olsun da sevdiceği arz-ı endam etsin diye. Bekleşirken sokaktaki kedi köpekle, biri çöpünü savurmuş camdan aşağıya.

- İnsanlar ne kadar kötüler. Evlerinde tahammül edemedikleri şeyleri kafamızdan aşağı yağdırmayı huy edindiler.

Evsizi, uğursuzu, arsızı dolanırken mahallede, kızıl saçlı yeşil perisi görünmüş kapı dibinde. Kanatlarına dizgin vurup yolda ilerlemesini izlemiş. Gözden kaybedeceğini anladığı an kendine gelip izinden gitmiş.

Kokusu şeftali bahçesi, adımları ceylan endazesi ilerler dişisi önlerde... Sendeler, düşer ama takipten geçmez vaz:D

Ahuuee yeter bitsin bu da...

Yüz yıl yalanı, bakıştaki duygudan olsa gerek...

Kumrulara sormamışken...

Metroya giden yolda yankılanan kadın ve tambur sesi. Bu kadar mı güzel olur musikinin lezzeti.

21 Ekim 2009 Çarşamba

iade-i ziyaret

Bir gün bir gün bir çocuk, eve de gelmiş kimse yok diye başlayan çocuk şarkısının temasına takılasım var bugün. Bir garip çocuğun eve gelip kimseyi bulamaması, dolabı açıp bakınca ilacı şeker zannederek yemesi ve hastaneyi boylaması ile bitiyordu. İlacı şeker zannetme, soğuk duş alıp okula koş koş koş'la, erken yatarım erken kalkarım ille de bir yumurtayı sütle çırparımla benzer temalarda, öğretici olduğu zannedilen şarkılar. Çocuklukta dinlediğimiz şarkılar çok önemli aslında. İleride karşılaşacağımız birçok sorunu çözmemizde önemli rolü olduğuna inanıyorum. Eğer bir çocuk dünyaya getirebilirsem, eve televizyon almamayı başarabilirsem... Oturup bir köşede miniğime özel şarkılar yazmayı ve kafasındaki olayları daha sağlıklı anlamasını pekiştirmek istiyorum.

Sahiden insanların çoğu ilaç gibi. Her bünyeye aynı faydayı vermiyor ne yazık. Şekere benzeterek yediğinizde aşırı dozdan hastaneye sığınmak kaçınılmaz.

Neyse. Bir de cipslerin içinden çıkan tasolar vardı bir ara. Belki hala vardır ama çocukluk ve ergenlik dönemi arasına sıkışmış bir anı benim için şu gün. Deli gibi biriktirirdim. Dev taso kuleleri yapar, ellerimizdeki 'kapçik' dediğimiz lider tasomuzla kazanma hırsıyla tutuşurduk. Elde taso kalmayınca annemize koşar, cips parası ister, cips almayıp tasosu bol çocuklardan taso satın alırdık. Vay be! Ticaretin keşfi çocukluğumuzda gizli aslında.

Ben ne uyanık geçinen bir insanmışım. Annemden kitap için aldığım paradan biraz kırpınca kara kara düşünürdüm. Sahafa gider, kitapların bazılarını satın alır, barkot isterdim fazladan. Eski barkodun üzerine yeniden şekillendirdiğim kitap fiyatını yapıştırırdım. Eve gidince anneme eksik kitaplar kaldığını söylerdim. Bana değil öğretmenlere ve kitapçılara kızardı. Bu kadar pahalı kitaplar neden isteniyor ya da kitaplar neden bu kadar pahalıya satılıyor diye. Özür diliyorum başta annem, kitapçılar ve öğretmenlerimden. Utandım şimdi. Yine olsa yine yaparım diye düşündüm hemen peşinden. Utancım artmadı ama.

Uçurtma uçurasım var bir de. Bir organizasyon yapıp çocukluk arkadaşlarımı toplasam da şöyle keyifle baksak semalara. Çok zaman geçmiş üstünden.

çıt çıt çıt çıt

Çok sevdiğim yazarın kitabının başında yer alan bir öyküyü anımsadım. Koyunlarını otlatan çobanın, bir koyununu kaybetmesi üzerine diğerlerini yalnız bırakıp kaybolanı aramasıyla ilgiliydi. Kalanlarla değil, gidenlerle ilgilendiğimizi anlatan güzel bir öykü. Hatta kutsal kitaplardan birinden alıntılanmıştı. Neyse. Nereden aklına geldi sorusunun cevabını vereyim.

Önümde duran koca kase çekirdek dolu. Diğer kasede ise çöpleri. Elim gaflete düşüp boşaltılmamış çekirdeği, çöplerin arasına düşürünce aklıma geldi. Çekirdek çöplerini deli gibi karıştırıp kaybolan bir adet çekirdeğimi ararken hayıflandım. Yan kasedeki onlarca çekirdek dururken neden bir adet pijamalının peşinden gidiyorum diye. Elbette bulamadım. Kutsal olan kaseye döndüm. Ama aklım diğerinde kaldı.

Hayatta çöplerin arasına atılmış kayıp bir çekirdeği aramakla geçmiyor mu diye düşündüm. Elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz ne dersek diyelim. Yetinme duygumuzu bir şekilde geliştirmemiz lazım.

Çekirdek nasıl bir hastalıktır? Bırakılmıyor. Gittikçe acılaşıyor, yakıyor. Ama çok seviyoruz çekirdekleri.

Bit.

Tıp.

20 Ekim 2009 Salı

Takip

Dokuz katlı hanın en tepesine ilerlerken, sonsuz görünen karanlığın ucunda görülmeye değer ender manzaralardan biri kucaklıyor bedeni. İstanbul'u kanatlarının altına alanın, neden bu sevdayla tutuştuğunu anlatıyor resim. Pürüzleriyle, kalabalığıyla, kayıpları, adsızlarıyla... İnadına güzel, inadına arsız. Yürekte asi bir kımıldanma, telleri yine tutuşturuyor. Başlıyorsun umutlanmaya. Zorla değil, farkındalıkla sevdiriyor kendini. Saklamıyor hiçbir şeyini. Dekoltesi de önünde. Başlıyorsun fikir mastürbasyonuna. Milyonlarcası dökülüyor kafatasından aşağıya. Sonra dudaklara. Söz olup uçuşuyor, dağılıyor rüzgarıyla.

İktidarı Galata. Dini imanı Süleymaniye. Günahları Ayasofya.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bir gün... Yine 7 Ekim iken...

1806... Karbon kağıdı keşfedilmiş...
1923... İstanbul'da sıkıyönetim ve sansür kaldırılmış...
1966... İlk Türk otomobiline Anadol adı verilmiş...
1989... Altın Portakal Film Festivali'nde "Uçurtmayı Vurmasınlar" filmi 5 dalda ödül kazanmış...
2001... ABD, Afganistan'ı bombalamaya başlamış...
1985... Cumhuriyet tarihinin ilk kuşak bestecilerinden, Türk Beşleri grubunun bir üyesi, Onuncu Yıl Marşı, Lüküs Hayat opereti gibi ünlü eserlerin yaratıcısı Cemal Reşit Rey ölmüş...

şehir tarhana... insanlar biber!

Benim kadar talihsizi var mıdır? Yoktur!

5 Ekim 2009 Pazartesi

melodiler okşarken ruhu

Bazı sabahları uyandığımda müzikle ruhumu doyurmak isterim kahvaltıdan önce. Sadece bir fincan kahvenin ortaklığını kabul edip en sevdiklerimi toparlarım. Bağıra çağıra, annemin müdahalesi gelene kadar savururum içimde kalan ritimleri. Kendimi sevdiğim kısıtlı anlardandır. Bencilimdir, mutluyumdur, sakinimdir. İçimle barışık, dışın karışıklıklarının gönderildiği erişilmez anlarım.

Önemsemiyorum ne sorunları ne de dünyanın getirilerini. Melodilerin salıncağında sallandırıyorum ruhumu.

Bitsin kendini erişilmez zanneden boş hayaller. Gülümse dudak, eşlik et yanağım. Bir parça da sen çal ruh!