21 Mayıs 2012 Pazartesi

iki nokta

Muhtemel bir acının mutluluğa dönüşme şansı
Ne kadarsa
Ya da bu yazının şiir algılanma şansı
İşte o kadar

Havanın soğuğundan değil
Boşluktan
Ya alışkanlık
İşte, neyse o olduğundan

Akışkan bir beyaz kokuya hapsolanla
Üşüyen elleri sarmalayan esmer bükük elin
Hissettirdiği neyse

Eğildi başparmağın
Kırıldı düş portakalı
Kanadı etim

Annesinin memesine yapışmış
Demir gibi kuvvetli yavrunun sevgisini
Kıskanan ruhum

Ezilir yolda yürürken
Ezilir adımlarım
Ezilir devrimin aşkla anılan simgeleri

Üç anahtar kaldı
Hiç bir kapıyı açmayacak biliyorum
Hiç bir kilidi zorlamayacak geçici sahibi

Neysek oyuz
Neysek kime ne



GÖĞE BAKMA DURAĞI


İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım


Turgut Uyar

Annem.


Yağmur sendeliyor. Kararsız. İçimde tuhaf bir ürperti var. Yere kapaklanmış bir kadın feryat ediyor. Etekleri toz içinde. Kapının ardından haber bekliyor. En dayanılmazından korktuğu için teskin edilemez halde. Ya ölürse? Ruh hala bedende, çırpınıyor. Gitmeyeceğini biliyorum ama söylesem de bana inanmayacak. Sakince bekliyorum. Öyle bir durumda insan ne kadar sakinliği koruyabilirse o kadar. Kapı her açıldığında ayağa kalkmaya çalışıyor. Gözlerini içeri uzatıp bakıyor. Gözleriyle dinliyor adeta. Odadaki insanların yüzü ona durumu söyleyecek. İçerideki insanların korkularından anlayacak. Sesi çıkmıyor kapı açıkken. Kapandığı an tekrar feryadı basıyor.

Babamı bırakmam diyor.

Babam. Ben hiçbir zaman bu kadar içten baba diyemedim. Babam o kadar erken gitti ki hayatımdan, sevgisini üzerimde hissedecek zamanı yakalayamadım. Kapının önündeki ben olsaydım baba diye haykırırdım sanırım. Bir harf insanın ömrünü ne kadar değiştiriyor.

Acil servis koridorunda yaşanan büyük acılar, sanki içeride yatan hastaların acılarını hafifletiyor. Herkesin canı kendine kıymetli muhakkak. Az önce inleyen hastalar sessizce neticeyi bekliyorlar. Herkesin kulağı kapıda. Yetmişlerinin sonunda olan kır saçlı dedenin nefes almaya çalışırken çıkardığı horultudan başka ses yok. Doktorlar kapıdan çıkıp diğer hastaların yanına dağılmaya başlıyor. Baba ölmemiş. Tekrar sesler yankılanmaya başlıyor. Renkler maviye dönüyor tekrar. Herkes daha iyi gibi. İyileşmek kötüden hallice olmak demek acil serviste.

Güvenlik görevlisi bahçedeki ağaçlardan topladığı erikleri getiriyor. Hayat olağan akışında devam ediyor. Her hastanın yanında sadece bir refakatçinin olmasına izin verdiklerinden, kalan daha az dereceli yakınları bekleme odasında oturuyorlar. Tavanda asılı televizyonda magazin programı var. Meraklı onlarca göz ekrana kilitlenmiş durumda. Durumu daha az aciliyet taşıyan hasta yakınları hayatın nabzını hastanede bile sağlamca tutmaya çabalıyor. Çok ünlü şarkıcının kocasının aldığı villalar ve üst model arabaların fotoğrafları geçiyor ekrandan. Büyük puntolarla ederlerini de yazıyorlar daha anlaşılır göstermek ya da daha değerli kılmak için. Aynı şarkıcının yıllar önce beyin kanaması geçirirken ekrana taşınan görüntüleri akarken, herkes mutlaka o pahalı hediyeleri hak ettiğini düşünüyor.

Kapının önünde babasını bekleyen kadının çevresinde görünmeyen puntolarla sevgi yazıyor. Artık kimse bakmıyor ona. En değerli hediyeyi aldı nasılsa. Onaysız oturuyor.
Yağmur artık karara bağladı durumunu. Son büyük temizliğini yapıyor gürüldeyerek. Yerler ışıl ışıl. Demlenmiş çayın kokusu günün gelecek saatlerini mutluluğa döndürmek için gönül çeliyor. İki şekerli olsun diyorum. Ve iki tane.
Daha tarlamı alamadım diyor. Tahlillerinin olduğu kâğıtları çıkarıyor cebinden önce. Nane şekerlerini. Sonra küçük bir kâğıt. Çocuk gibi telaşlı katladığı kâğıdı açıyor. Kâğıdın köşeleri lekelenmiş. Belli ki uzun zamandır cebinde taşıyor. Define haritası gibi bir şeyler çizmiş. Buraya güllerimi ekeceğim. Buralarda domates, soğan, yeşilbiber olacak. Evin kabası yapılsa yeterli! Bahçedekiler büyümeye başlarken yavaş yavaş onu da hallederiz.

Annem. Hayatla ilgili büyük hevesleri olmadı onun. Gerçekleşmeyeceğini bildiği hayalleri kurmaktan yorulup istemekten mi vazgeçti, hiç mi istemedi bilmiyorum. Tanıdığım kadarıyla istemedi. Değer verdiği şeyler hak edilmiş olanlarıydı genellikle. Çiçekleri hep çok sevmişti. Adı gül bahçesi demektir. İnsan adıyla yaşar derler ya, o da hep çiçekleriyle yaşar. Sabah gözünü açar açmaz mutfağa koşturur bir bardak su içer. Sonra sürahiye tepeleme su koyup balkona yönelir. Kimseyle konuşmadan, günün ilk kelimelerini söylemeden önce çiçeklerine dokunur, onları besler. Elinden çok ruhundaki bereketten muhakkak, onun elinde solan çiçek görmedim yıllardır. Yol kenarından kurumuş dalları toplayıp ektiğinde bile yeşertir. Benim için kahverengi, anlamsız bir çalı büyüdüğünde adını yine ondan öğreneceğim bir güzelliğe dönüşür. Hangisine ne kadar su vermek gerektiğini deneyimlemiş, güneşe ihtiyacını da kavramıştır. Yerleriyle oynar, sevip okşar. Yaprağını dökenle konuşur.
Anneler evlatlarının büyümeleriyle övünür genelde. Bu bana çok ama çok gereksiz gelir. İnsan övülmese de varlığı ve yaptıklarıyla zaten hak ettiği değer ya da ederi neyse yakalar. Sözle övgü insanı yersizleştirir. Zaten insanın kendi tohumunun şekline müdahale hakkı yoktur. Kattıklarıyla da ne kadar böbürlenmeleri gerek bilemiyorum.
Annem çiçeklerinden biri büyüdüğünde hemen seslenir. Kızım koş çabuk buraya gel komutuyla yanına vardığımda genelde benim için anlam ifade etmeyen bir saksı ve çiçek önüme sunulur. Anlatır da anlatır. Çok konuşmayan annemin bir çiçeğin büyümesine duyduğu telaş ve kurduğu cümleler hayatla ilgili neşesini gösterme biçimi sanırım. Ben çiçekten çok, çiçeklerin ona kurdurduğu ümitli cümleleri severim. Sevgisine, yüzündeki parıldamaya özenirim.

Bugün annemin kalbi çok acımış. Sabah yanına hastaneye koştum. Telaşla çorap giymediğim için sorularımdan önce ayağıma takıldı. Ayakların üşüyecek neden böyle geldin! Üşümüyor anne dedim ama aldırmadı, ayağındaki çorapları çıkarmaya çalıştı. Sedyede onu öylece görünce aklıma çiçekleri geldi. Ben çiçekleri onun kadar sevmezdim.
Saatler geçince kalp sıkışmasının mide sancısı olduğu ortaya çıktı. Kalbi yılların kırıklığıyla tamire ihtiyaç duyabilirdi. Mutlaka yaraları çoktu ama hala sapasağlamdı. Tüm huzurum doktorun dudaklarından dökülen cümlelerdeydi.
Hayatta çok insan sevdim. Kimini kusursuz adımlarla çabalayarak, kimini kontrolsüz…
Doktor tüm sonuçları inceleyip güzel haberi verdiğinde hastaneden eve doğru yola çıktık. Midesine kısa zamanda baktırması gerektiğini söyleyen doktora ufak bir baş hareketiyle tamam demişti. Aktara uğrayıp kendine otlardan bir karışım yapıp midesini iyi edecekti. Anlamıştım.

Kapıdan çıkar çıkmaz yine yere eğdi başını. İyi misin annem dedim.

Ama senin ayakların üşüyor dedi.

Bana çocukmuşum gibi davranmasına kızmadım. Gülümsedim.

Her anne kadar güzeldi. Adı Gülşen.

Sevgisiyle ısınıyordum, onu bilemedi.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

alsana gözlerimi


Benim tam sekiz gözüm, otuz iki kulağım, yüzlerce ayağım var. Bazen gözlerim hiç bir şeyi görmez oluyor. Kulaklarım duymaz. Ayaklarımda derman kalmıyor. Çığlık atıp deliler gibi koşturmak istiyorum yollarda. Düşmekten korkuyorum. Sendeliyorum.

Derken öteki gözlerim devreye giriyor. Benim görmediklerimi benim yerine görüyor. Duymaktan kaçındığım ne varsa kulağıma fısıldıyor. Omzumdan kavrayıp beni zorla bir yerlere çekiştiriyor.

Sonra ne mi oluyor?

Ben daha mutlu hissediyorum. Daha dayanıklı hale geliyorum. Çekilmez yanlarımı sevmeye başlıyorum. Eldekilerin kıymetini bilmek gerektiğini daha iyi kavrıyorum. Adım adım özgürlüğüme yaklaşıyorum.

Bana parmağını doğrultarak her zaman haklı olamazsın aptal diyor. En sevdiğim de bana bunu söylerdi. Şimdi gözlerimden akan yaşlar onun cümlelerini yumuşatsa da ben onun sözüne değil haklılığına ağlıyorum. Bazen kendimize bile kabul ettiremediğimiz cümleleri, akışları bir başkasının dudaklarından dökülürken görmek, durumun vahametini anlamamızı kolaylaştırabiliyor. Yardımdan da öte aslında, düpedüz onlar olmasa çöp tenekesinden farksız olabileceğimizin ayırdına varıyorum.

Birileri doldururken, kızlar temizliğe yardıma geliyor.

dirhem

Şimdi bir yeni sevda mı olur
Kimsenin kapını çalmadığı bir inziva mı
Tutar sıfırdan başlarsın
Yoksa bu ilişkiler bu zaaflar
Seni yiyip bitirir, seni yiyip bitirir
Dirhem dirhem azalırsın.

Yüksel Ünal

5 Mayıs 2012 Cumartesi

bir tek dileğim var...

Buradaki son gecem. Tuhaf, hiç üzüleceğimi sanmıyordum. Yeni gelenlerin beni istemeyecekleri kesindi ve ben bu tavra kendimi alıştırmıştım. Nedense ansızın yükselen bir acı kaplamıştı benliğimi. Korktuğumdan olsa gerek. Ait olduğu yerden uzaklaşan herkes muhakkak böyle düşünüyordur.

Tam otuz küsür sene geçmiş üzerinden. Düşünüyorum da bu evde görmediğim köşe kalmadı. Hanımım beni her yılın çeyreğinde muhakkak başka bir yere yerleştirirdi. Bazı yerleri diğerlerine nazaran çok sevdim. Güneşi daha iyi kucaklayabiliyordum. Hakkını yememem gerek. Beni mutlaka ön planda tutardı. Diğer mobilyalara göre daha cafcaflıydım. Kolçaklarım altın tozu ile cilalanırdı. Öyle her gelen misafirin izinsizce kıçını yerleştirdiği koltuklardan değildim. Hanımım beni kimseye emanet etmezdi. Eğer birine üzerime oturma izni veriliyorsa gelen konuğa değer verildiğini anlıyordum.

Ömrüm boyunca sayamadığım kadar çok kumaş değiştirsem de neyse ki omurgama kimse dokunmamıştı. Sapasağlamdım. Eskiler her zaman daha güçlüdür. Ancak bunu gel de şimdikilere anlat.

Hanımım öldüğünde evi talan ettiler. Duvardaki saat dakikalarca gözyaşı dökmüş, inlemekten neredeyse sarkacını düşürecek hale gelmişti. Onu yatıştırmaya çalışan varaklı ayna duruma el koymak istemişti ancak başaramamıştı. Karşısına geçip bir an olsun ona baksalardı geçmişi gösterecekti onlara. Bu evde daima huzur olmuştu. Sadakat, özveri ve şefkat. Gözlerinde her birimiz demodeydik. Bize aldırmıyorlardı bile. Ama ayna sessiz sedasız çekip gitmeyi kendine yediremedi ve taşımacılar tutup kaldırdığında kolçaklarından sıyrılıp kurtulmaya karar verdi. Onu hayata bağlayan çivileri yerinden oynayıp yere atladı. Kırılan cam sesi anılarımızın üzerine lanetini bırakarak sessizliğe gömüldü.

İlk kez karanlıktan korkuyordum. Gelen arabalar tüm arkadaşlarımı bilmediğim yerlere götürmüştü. Salonun ortasında yapayalnızdım. Yeni getirdikleri eşyaların üzeri naylonlarla kaplıydı ve konuşmuyorlardı. Gençler ne kadar ukala oluyorlar Tanrım! İçlerinden biri bir söz söylemeye kalktı. Sarıldığı naylondan ne dediğini tam anlamamıştım. Merhaba dediğini varsayarak cevap vermek istedim. Ne de olsa görgü kurallarına önem veren, edepli biriydim.

- Hoş geldiniz! Ben Sebastian.

Naylonun hışırtısından tam olarak ne işittiğime emin olamıyordum. Ama kulağa hoş gelmeyen şeyler söylediği kesindi.

- Güle güle Sebastian. Seni hiç mi hiç özletmeyeceğiz!

Birden naylona sarılı tüm mobilya ve aksesuarlar kahkahalarla gülmeye başladı. Naylona çarpan seslerinden ürkmüştüm. Acımasızlıkları beni hüzne boğmuştu. Ben, bu evin en eski, en kıymetlisiydim. En azından kendi ırkımın bana saygı duyması gerekmez miydi?

Sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar ve beni unuttular. Kendilerine yer seçiyorlardı. O ötekinin dediğini beğenmiyor, her biri evin en güzel köşesini hak ettiğini nedenleriyle sıralıyordu. En çok yandaşı olan sanırım İsveçliydi.

Kendi hüznüme dalıp düşünmeye koyuldum. Nereye gönderilecektim? İyi durumda olanlarımızı depoya göndermekten bahsetmişlerdi. Güneşli pencere önlerine alışan bedenim, deponun karanlık, küf kokan rutubetli havasına alışamadan çürüyüp gidecekti. Bir şeyler düşünmeliydim. Ama zamanım yoktu.

Birden hanımım aklıma geldi. Mutsuz olup umutsuzluğa düştüğü gecelerde yaptığı gibi dua etmeye karar verdim. Tanrı yıllardır sadakatle hanımına bağlı kalmış bu koltuğun haline acıyıp onu kudretli nefesiyle onurlandırabilirdi. Hem daha önce ondan hiç bir ricada bulunmamıştım. İsyan etmemiştim. Gün ışıldayana kadar sessizce dileğimi tekrarladım. Lütfen olsun diye ekledim her tekrarın peşine. Beni biraz seviyorsa onun için önemsiz bu dileği yerine getirirdi. Onun kaleminde olmaz diye bir şey yoktu nasılsa.

Kolçaklarımın ağrısıyla uyandığımda görünürde hiç bir değişiklik yoktu. Haykırmak istiyordum. Ne olur bu evde kalayım, kimsenin sevmediği en dip yer bile olur. Yaşımın bana verdiği gazla geçmişteki hadiseleri de anlatmamaya söz verirdim. Hiç konuşmazdım.Yeter ki ait olduğum bu evde kalayım.

Evde dolaşan yeni hanımım sağa sola bakınıp, kendi kendine söyleniyordu. Birilerine telefon açıp yardıma gelmelerini istiyordu. Bu kadar mobilyanın naylonunu sökse dahi monte edemeyeceğini anlatıyordu.

Koşuşturmaktan yorgun düşmüş olsa gerek, oturacak bir şey aradı. Açıkta bir tek ben vardım. İstemeye istemeye yanıma gelip usulca üzerime otururken içimden Tanrıya son kez yalvardım, dileğimi kabul etsin diye.

Ve Tanrı olsun dedi. Kadının kıçını yerleştirmesiyle penisim harekete geçti. Saniyeler öncesinde bana aldırış etmeyen kadın üzerimde zevkle inliyordu. Ürkütücü inlemeleri boş duvarlarda yankılanıyordu. Bende alışık olmadığım bu zevkin tadını çıkarıyordum.

Kendine gelip ayağa kalktığında şaşkınlıkla bana baktı. Ancak koltuk aynı koltuktu. Elleriyle uzun uzun yokladı ancak bir anlam veremedi. Delirdiğini düşünmüş olsa gerek. En iyisi bir kahve içip kendime geleyim diyerek mutfağa yöneldiğinde Tanrı'ya teşekkür ettim; bana sadece hanımım üzerine oturduğunda aktif hale gelen görünmez bir penis hediye ettiği için.

Yardıma gelen arkadaşları beni kaldırmaya çalıştığında çığlığı bastı. Ne kadar zevksiz bir koltuk olduğuma ikna etmeye çalışsalar da gitmemi istemedi. Aile yadigarı olduğumdan, onu atarsam uğursuzluk getireceğimden bahsetti ama tılsımımdan söz etmeye cesaret edemedi.

Bende her yiğit gibi köşeme çekilip ses etmemeye karar verdim.

düş

Neden oldu diye düşündü kadın. Anlam veremediği bir duyguydu ne de olsa. Aslında sadece bir cümleyle noktalandırabilirlerdi geceyi. Ama öylesine rahatlardı ki. Ve gece bitsin istemiyorlardı.

Günlerdir uyuyamıyordu. Ensesindeki nefese, avuçlarındaki ter kadar alışıktı. Köpek bile sahibinin elinden yediği ilk lokmada alışıyordu ya gitmek istemiyordu. Tan ağarınca nasılsa ayrılacaklardı. Suç kadar masumiyette de ortak olmaya karar kıldılar.

Bir şeyin başlayacağına inancı olmayan iki kişi, sade ve yalnızca kelimelere sığındı. Kadının alevi adamın rüzgarına dalgalandı. Derken bakış değişti, renk değişti. Yalnızca bir adım. Adam öpüyor, kadın sevişiyordu. Yağan çiğ taneleri altında çoğalan adama baktı kadın. Başkalaşmıştı. Güç, iktidar, kanunsuzluk yok olmaya başlamıştı.

Susuyordu dal. Suskunluk suça karışıyor, gücü yankılanan müzikle isyana çağırıyordu.

Paslı bir çiviyi yerinden söken el kadının memelerini okşadı. Düşünde savurduğu saçları şimdi adamın omuzlarına düşüyordu. Bin aklın kaldıramadığı yükü, silip atamadığı endişeleri, bir kokunun geriye itelemesi onu hırslandırıyordu.

Balık kokan düşleri yere atmıştı avcı. Saçlarına Tanrı'nın bahçesinden koparılmış bir çiçeği iliştirmişti. Titrek sesli rüzgar yeni tohumlar ekmiş, en bilinmedik koku ruhunda yer etmeye başlamıştı.

Aşk hep acıdır.

Durulan suyun sesi yerini sorulara bırakmaya başladığında kelimeler gaddarlaşır. Temizliğin sunduğu bereketli anlar bir düşten öteye geçemez. Her nasılsa ve neyse kenara itilir. Ve o kadar uzun süre orada durur ki endişe dahi edilmez varlığından.

İlk ötelemede gitmek gerekir. Durmak daima yaban.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Yeme me numa yeme me

Gün doğmadan yola düşüp, sırtındaki çantanın verdiği bel ağrısı yetmezmiş gibi koca arabadaki onlarca malzemeyi odaya taşıyorsun. Gün başlayacak ve yine bildik saçma telaşlarla akacak. Alternatif kelimesi anlamını yitirecek. Bunu bildiğinden kol saatine olan ilgiyi sıfırlayıp, bedenin gücü yitene kadar ilişkini üç noktalıyorsun. Gecenin ilerleyen saatlerinde gitme isteği tavan yapana kadar gözlerin ona yabancı.

Fabrika işçileri gibi yemek kuyruğuna geçip bir şeyler dolduruyorsun tabağına. Bir yandan gözleriyle seni tekmeleyen üçüncü reji asistanı eşliğinde afiyetsiz bir yemekle oynaşmaktasın. İştahın kabarık ya da durgun olsa da kendini zorlayıp bir iki lokma yemeye çalışıyorsun. Gün uzun olacak besbelli, enerji depolamak gerek. Derken yine aynı cümleleri duymaya başlıyorsun. Delirmek an meselesi..

(Dudak bükerek, sesli harfleri uzatarak okumanız gerekli ki durumun vahameti artsın)

- Yaaa bu ne biçim menemen. İçindeki domatesler neden böyle kocaman?
- Bunda tuhaf bir koku var. Ighhhh içinde tereyağı var sankiğğ
- Onu yiyecek misin sen? Geçen yine bunların yemeği gelmişti, için böyle nal kadar tel vardı. Yeme arkadaşım. Bozdu kendini bunlar da...

Bir de yeme onu, nasıl yiyorsun onuuuu cümleleri sıralanır ki eyvah eyvah!

Ben hep bu anlarda küfür etmek istiyorum işte arkadaşlar. Edemeyip devam ediyorum gözlerinin içine baka baka o ayrı. Ulan evinizde orada olan kahvaltılık malzemelerin hangisini bir anda sofrada gördünüz? Hadi gördünüz de salatanın kabuğuna kadar eleştirecek gücü sabahın köründe nereden buluyorsunuz? Onu da geçelim, nedendir bilmem edepsizlik sıralamamda daima üst sıralarda olan bir durum var ki; senin beğenmediğin yemeği o saniyede iştahla yiyen bir adam olabilir. Onun keyfini, zevkini neden bölüyorsun? Defol git yemezsen yeme! Şikayet etmek istiyorsan git ilgili yere et. Ama çatalında parça parça böldüğün o yemeğe ihtiyacı olan, belki keyif belki mecburiyetten o yemeği mideye indiren adama niye saygılı olmuyorsun.

Yemek işi zaten yeterince zor. En basiti annelerimiz bile her gün ne yemek pişirsem diye kara kara düşünebiliyorlar. Evdeki çocukların yeme zevkleri bile çoğu kez birbirine uymuyor. Biri soğan sevmez, öteki kızartma ister. Biri haşlamaya sevdalı. Düşünsenize en az elli aç karnı doyurmanız gerek ve her birinin mide mastürbasyonunu da tamamlamanız! Bir insanı memnun etmek ne kadar güç, varın gerisini siz düşünün.

Bu konuyu neden bu kadar sorun ettiğime gelince; okulda da buna benzer durumlar yaşamışlığım var. Öğle arasında birileri köfte ekmek yerken ben simit yerdim. Köfteyi her gün yiyen öğrencilerden değildik anlayacağınız. Bir de bu olay Sultanahmet'te geçiyor diyelim de tam olsun. Köfte mübarek bir şeydir oralarda:) Genelde aptal bir kız aradan çıkıp 'yaaa sen onla nasıl doyacaksın? Hem susamları kıllı elleriyle atıyormuş adamlar. O fırından bişiiey yenmez...' sanki usta köfteyi steril eldivenlerle yoğuruyordu. Taşaklarına sürse nereden bileceksin der bende onun iştahını kapatmak için elimden geleni yapardım. Klasik ergen buhranları ve tipik tepkiler.

Koşun abi kız kavgasııı diye eklersek tam olur:)

Simit ayranla geçen lise yılları, üniversite yollarında yerini dürüme bırakmıştı. Ama birileri hala aynı telaşlı kafadaydı. Yemeğe müdahale edip, dünyaları kurtarıyorlardı sanki. Sanki bize giren, onlardan çıkıyordu. Telaşlarını yine anlayamıyordum... Fonda gazoz müziği çalar gibiydi...

- Abi iki buçuk liraya dürüm mü olur? Etin kilosu kaç para? Kesin içine başka şey koyuyordur! Yoksa dükkan batar.

İçinize dürüm kaçsa bu kadar söylenmezsiniz arkadaş! Nedir bu yenilenin, içilenin takip edildiği ufak hesap hali?

O nedenle kanaatimce dost başa düşman ayağa bakar sözü tamamen literatürümüzden kalkmalıdır.
Çünkü düşman yemeğe göz dikmiş durumdadır.

Naçizane önerim şudur. Elbetteki bazı yemek iğrençtir. Bozuk çıkar, içinden kıl çıkar. Ha kadın çıksa yine bu kadar hadise yaratılmamalıdır. Usulca, efendi gibi tabağını bırakıp kalkarsın. İnsanlar sorarsa tadını nasıl buldun diye o zaman Ayşe Beder kıvamındaki yorumlarına elbette saygı duyacak birileri çıkar.

İşte o zaman cansın, canansın.


Afiyet şeker olsun.