31 Mart 2010 Çarşamba

Ödenecek Tutar: Sakız


Kazı kazan aldım. Kazıdım ve kazandım. Amcam sağolsun ısrarla kazandığım miktara denk gelecek şekilde piyango bileti satmaya girişti. Kendimi bakkalda paraüstü olarak eline zorla sakız tutuşturulan küçük çocuk gibi hissettim. Yok efendim bu amcalarda bir sorun var. Satış ve pazarlama anlayışları çağın çok ötesinde. Yanlış anlaşılmamaları hep bu yüzden!

Yakında marketlerde yazarkasalarda paraüstü olarak şu yazacak;
12 lira,
4 adet sakız...

26 Mart 2010 Cuma

Bir cinayet planı - Bölüm I


İçerden gelen sesleri dinlemeye devam etti. Yere büyük bir gürültüyle düşen ahşabın sesini duyunca irkildi. Girip müdahale etmek gerekiyor mu diye düşündü hızlıca. Herkes üstüne düşeni yapacaktı. Öyle anlaşmışlardı başta. Aksilik olmadıkça bir şey yapmayacaktı. Elleri üşüdüğü için korunaklı bir yer aradı. Ceplerine soktu ellerini. Soğuk metali hissettiğinde içini korku kapladı. Yaptığı şeyi uzun uzadıya sorgulamadan gelmişti buraya. Jarantomanu ona sadece keskin bir bıçak alıp gelmesini, ne duyarsa duysun, kim gelirse gelsin, o aramadan kapının önünden ayrılmamasını söylemişti. Hava gittikçe soğuyordu. Beklemeye devam etti.

Seslere odaklandı. İçeride neler oluyordu acaba? Birinin acı çektiği belliydi. Tiz bir inilti duyuluyordu şimdi. Bu kadar kötü biri değilim diye düşünüyordu ama diğer yandan duyduğu zevki tarif edemiyordu. Kapının eşiğinden süzülen ışığa baktı. Siyah kabuklu büyükçe bir böcek dışarı kaçmaya hazırlanıyordu. Seyretmekten sıkılmıştı işte. Küçükken beslediği minik örümceği geldi aklına. Tüylü bacaklarını görmek onu büyülüyordu. Cebinden ufak bir kavanoz çıkartıp yere çömeldi. Böcek de onu farketmiş olacak, hızlıca geri kaçtı. Ağlamaya başladı. "Böcekler bile benden kaçıyor. Onları ne kadar sevdiğimi anlatmanın bir yolu olmalı. En iyisi onların dilini öğrenmeye çalışmak. Ama ayaklı sürüngenlerin arasındayken onları anlamak gerçekten zor." diye düşündü. Derken birden kapı açıldı. Huregana korkudan yere düştü. Elinden kavanozunu düşürdü. Sadece kırılan camın sesi duyuluyordu. İçerideki ses tamamen susturulmuştu. Jarantomanu öfkeyle bağırmaya başladı:

" Seni sersem! Sana bir bıçak almanı söylemiştim. Testislerini kesip o kavanoza mı doldurmamı istiyorsun?"

" Kırıldı Jaro. Yeni bir tane alalım lütfen!"

" Tamam alırız. Şimdi içeri gir ve sana söylediklerimi yap. Şu fotoğraf makinasını alıp önce içerdekileri çek. Sonra evi ateşe ver."

Huregana masanın üzerinde duran çakmağı alıp oynamaya başladı. Yatağın üzerindeki kadını görünce aklına annesi geldi. O da mor rengi çok severdi. Huregana'nın yüzünü hep bu renge boyarlardı. Gerçi boyama yaparken yüzü çok acıyordu ama annesi onu öyle görünce çok mutlu oluyordu. Bazen kırmızı renklere boyuyorlardı yüzlerini ama favorileri mordu. Fotoğrafın bir kopyasını da annesine götürmeyi düşündü. Yıldönümü yaklaşıyordu. Bundan daha iyi bir hediye veremezdi annesine. Mezarın kenarına bırakılmak üzere mor yüzlü çıplak kadının fotoğrafından bir kopya alınacak diye not aldı defterine. Jarantomanu kapının önünde sigarasını içiyordu. Hızlı olması gerektiğini hissetti. Tekrar azar işitmekten korkuyordu. Aslında Jaro'dan daima çok korkmuştu.

Yatağın üzerinde duran çırılçıplak kadının, buzdolabının kapağına sıkışmış adamın ve yerde duran bavulların fotoğraflarını çekti. Neden burada olduklarını hala anlamamıştı. Anlaması da gerekmiyordu. Jarantomanu işleriyle ilgili ona açıklama yapmazdı. Sadece ona alması gerekenleri söyler, iş bittikten sonra yapacaklarını anlatırdı. Eğer hata yapmazsa bağırmıyordu da. Fotoğrafları düzgün çekersem beni ödüllendirir diye düşündü. Sigarasını bitirmek üzere olan patronuna da sürpriz yapmayı akıl etti ve ona belli etmeden deklanşöre bastı. Sırtında flaş patlayınca Jarantomanu hiddetle döndü:

" Gerizekalı herif. Sen neyi çektin öyle?"

" Kapının kenarına sıçramış kırmızılıkları Jaro. Sen içerdeki önemli gördüğün şeyleri çek demiştin."

" Tamam bu kadarı yeter. Hemen dediğimi yap. Zamanımız kalmadı. Bizi bekliyorlar."

" Tamam."

Jarantomanu yerde duran bidonu aldı ve kapağını açtı. Eşyalar ıslanmaya başlamıştı. Huregana gülümsemeye başladı. Az önce içeri kaçan minik dostu masanın üzerinde duran elmalı kurabiyelerin tadına bakıyordu. Yavaşça yaklaşıp ona dokundu. Avucunu sıkıca kapattı. Yere dökülen gazın kokusu Huregana'nın gözlerini acıtmaya başladı. Nefes alamıyordu. Krizin gelmek üzere olduğunu anlayan Jarantomanu ayağıyla onu dışarı itiledi. Cebinden ilacı çıkarıp kucağına fırlattı.

" Çabuk aşağıya in. Senin gibi aygırı taşıyamam bir de!"

Nefes almakta güçlük çekiyordu. İlacı kucağından alıp, derin bir nefes çekti.

" Ama Jaro, seni yalnız bırakamam."

" Sanki bir işe yarıyormuş gibi konuşma. Arabaya git ve motoru çalıştır. Yoksa seni de yakacağım pis herif."

" Peki, Jaro."

Huregana merdivenlerden sendeleyerek inerken çıtırdamaya başlayan ahşabın sesini duyuyordu bu kez. Ama şimdi yalnız değildi. Küçük siyah böceğini de yanına almıştı. Bu görev herkesten çok onun için karlı görünüyordu.

* * *

23 Mart 2010 Salı

çiçek böğürten masalcı kocakarı


Kitap arasında kuruttuğu çiçeklerine bakıyor, geçmişi özlüyor. Hala aklında olan anılar bir bir merhaba diyor. Kötü şeylerin olmadığı zamanlar. Kayıtsız güven duyulan, sakin ve bol kahkaların olduğu günlerden kesitler sıralanıyor akıl perdesinde. Gözleri kapanıyor.

Bodrum'da bir sahil kasabası. Adını bilmediği beyaz çiçekler ağaçlardan salkım saçak salınıyor. Yanağına kondurulan bir öpücük şansı, bereketi ve umutları canlandırıyor. Güneşe çeviriyor başını. Huzurlu ve genç. Denizin dalgası sevdiği melodiyi işlerken, esmer tene gölgelemek istiyor bedenini. Elinde bir denizkabuğu. Bir oğlu olacak sekiz sene sonra. Ateş olmalı.

Kızın adı Alev. Ruhu muamma.

Uyanıyor bir sabah. Bahçedeki bütün çiçekleri solgun buluyor. Geçer diyor. Bu bir kabus olmalı. Gözlerini ovuşturuyor, uyuşmuş kollarını sallıyor. Ve anlıyor ki anı diye aklının sundukları hayalmiş. Hep bu köhne, terkedilmiş evde ve çiçekleri solgun bahçedeymiş aslında. İnanamıyor başlarda. "Bahçem güzeldi benim. Şurda yoncalar vardı, ileride limon ağacı." diyerek geziniyor. Evdeki dişleri sararmış, buruşuk ihtiyar gülüyor. Delirmişcesine kahkahalar atıyor.

" Kendini buraya ait hissetmiyorsun. Burası kötü. Burası pis. Sende öyle olmasaydın bu evde yaşamaz, o bahçeyi de seyrediyor olmazdın." diyor yaşlı kadın.

" Ama benim kalabalık bir ailem, çok sevdiğim bir eşim ve kelebeklerim vardı. Onları sen mi zehirledin kocakarı? Neredeler?"

Kadın Alev'e bakıyor. Ömründe ilk kez ruhu merhamet ateşiyle yanıyor. Gerçekleri anlatmaya başlıyor.

" Senin hayallerini kıskandığım için tüm bahçeye yalanlar söyledim. Çiçeklere onları terkedeceğini anlattım. Dayanamayız gidişine, o veda etmeden biz göçelim dediler. Limon ağacı inanmadı bana. Onun üzerine çiçek böğürten döktüm. Böğürerek öldü. Ama şimdi pişmanım. Eğer dilersen sana hatalarımı düzeltecek birşey verebilirim"

Alev aynı anda birçok duyguyu yaşadı küçük yüreğinde. Esmer tenli adamda mı hayaldi? O nereye gitmişti peki? Neyse. Önce bahçeyi yeşertmenin yolunu öğrenmeliydi. Sonra bahçe düzelince eşini aramaya başlayabilirdi. Hem çok uzaklara gitmemiştir diye düşündü. Kötülükler son bulunca güzel şeyler yeniden başlardı nasılsa. Kocakarıya çok kızgındı ama ona dürüst davranıp yardım edecek olması da önemliydi.

" Kocakarı. Seni hep çok sevdim. Çirkinliklerini görmezden geldiğim anlar oldu. Seni olduğun gibi kabul etmeye çalıştım. Her insan iyi doğmuyor. Bende çok iyi biri sayılmam. Ama lütfen bahçemi nasıl öldürdüysen, onu diriltmede bana yardım et."

Kocakarı elini yavaşça kesesine attı. Küçük bir şişe çıkardı. Şişenin üzerinde değişik bir dilde birşeyler yazıyordu. İçinde mor bir sıvı vardı.

" Sana vereceğim iksiri iyi kullan. Bahçedeki çiçekler eskisinden daha güzel ve ışıltılı olacaklar. Limon ağacın daha sağlıklı ve güleryüzlü bakacak. Eskisiyle kıyaslanamayacak muhteşemlikte bir bahçe olacak."

"Peki nedir bu?" sordu Alev.

"Çiçek coşturan derler adına. Nice yiğitler topraklarını bunla şenlendirmiştir. Dökmeyen rahmete kavuşmuştur. Bilesin." dedi kocakarı.

Alev bahçeye koşup şişeyi açtı. Döne döne savurmaya başladı iksiri. Toprağa değer değmez şenlendi çiçekler, coştu ölmüşlerin ruhları. Alev bahçesine seslendi;

" Ey toprağımı coşturan yüce iksir, çiçeklerimi ballandıran bakire kızıllığı, yüreğimi böğürten yangın. Kulak ver sesime. Çiçeklerimi coşturduğun gibi gönlümü de coştur. İçindeki külleri tekrar pöçürt."

Derken çiçek coşturanın hikmetiyle kutlamalara başlayan toprak bir adam doğurur. Döşü kılsız, yüreği riyasız, gözleri sürmeli, yüreği bal badem, gerdanı öpülesi, dudağı sevilesi bir er peyda olur.

Alev artık mutludur.

Bu ne biçim masaldır.

Kelebeğime yazdım. Uçsun gönlü dilediği yere, renkleri aydınlatsın semaları. Rahmet okuma zamanı geldiğinde kötülüklere, bakkaldan bir adet limonlu falım sakızı alsın; saçma da olsa çıkan dörtlük, hayat her daim ..ötlük yapmaz diyerek kısmete ne çıkarsa kabul eylesin.

Baldır bademdir.

Öperim Muallacığım.

10 Mart 2010 Çarşamba

Dün neler yaptım?


Dün kıvırcık saçlı bir çocuktum. Annem yemek pişirmeye çalışırken, köşede oturmuş gazeteyle külah yapmaya çalışıyordum. Bir eksiklik var gibiydi. Külahlar ışıldasın diye ocağın dibine koydum. Evimiz yanıyordu az kalsın. Ateşle ilk kez o gün oynuyordum.

Dün bahçede bulduğum güvercini eve getirmiştim. Yarası iyileşsin diye kanadına krem sürdüm. Hiç ötmüyor, sadece etrafına bakıyordu. Yemek de yemedi. Bakkaldan aldığım kutunun içine pamukla battaniyeler yaptım. Üşümesin diye sarmaladım. Sabah uyandığımda ölmüştü. İlk kez bir canlıyı ellerimde toprağa gömüyordum.

Dün ticarete ilk kez atılıyordum. Babamın aldığı bisikleti tur başına kiraya veriyordum. Mahallede bir tur; iki çikolata bir dondurma parası. Bisiklet çalınmasın diye nüfus kağıdını rehin tutuyordum. Her zaman kiralayanlardan biri nufüs kağıdını evde unuttuğunu söyledi. Güvenip bisikleti verdim. Meğerse o gün taşınıyorlarmış. Bisiklet kamyona atılıp başka semtin tozlu yollarına götürülmüş. İlk kez o gün kazıklanıyordum.

Dün fındık oldum. Müsamere için her birimiz birşeyler olmuştuk. Giresun zengin olsun, cebimiz fındıkla dolsun, kırılık çıtır çıtır, hem besler hem ısıtır'ı ezberlemeye çalışıyordum. Annem kartondan fındık kostümü yaparken, yanında oturmuş şapkamı boyuyordum. Sahneye çıkma heyecanını ilk kez o gün duyuyordum.

Dün güzeldi işte. Dün kötüydü. Dün aşk vardı. Dün üşüyordum. Dün herşeyimdi. Dün ben.

7 Mart 2010 Pazar

çilekli süt

Eski ev. Puslu oda. Rutubet kokan duvarlarındaki şekillere bakıp anlamlar yüklemeye çalıştığımız anların üzerinden ne kadar zaman geçmiş? Yalancı sesler işitiyorum uzak bir evin yeşil elma kokulu odasından. Aldatıcılığını perdeleyen bir ses.

Derinden çekilen huzursuz nefes. İyi misin diyor, hasta olma bak çorbanı kaynat buyuruyor. Nefret tütüyor sularından. Cadı kazanına bildik otları atıyorum.

Bir gece yarısı. Aroması tüketilmiş sakızı, balkon demirinin en tepesine çıkıp yapıştırma fikrinin akla yattığı. Uyutmayan melodi aşığı sinek eşliğinde, tellere takılan hayallerin düşlendiği. Akıl bulanıklığının üzerinde gezinen ümitler. Vız vız vız seslerinin katliam isteği uyandırması.

Israrla düşün... Ve boşluk doldurma çabasıdır uyum. Tamamlamaya çalıştıkça kemirir huzurunu.

Açıları hesaplama konusunda iyi olmayan sayılsal taraf, sosyal kimliğimi önüne almış çırpınıyor. Becerebilirse milyonlarca yığının onu yalnız bırakmayacağına duyduğu umutla.

Çilekli sütü severim diyeni istiyorum ama çilek reçelinden nefret ediyorum.

Sandığın içinden bir gün bende çıkarım diye çok korkuyorum.