23 Mayıs 2011 Pazartesi

Lan

Bir kaşığa kaç tane pirinç sığacağını soruyordu. Bahsi geçen kaşık çorba kaşığı mıydı yoksa çay mı? Bunun önemi olsa bir çorba kaşığına kaç tane pirinç sığacağını sorardı ya da bir çay kaşığının alacağı kadarını. Sorduğununun yanıtını merak ederken soran, ben başka bir sorunun yanıtını arıyordum. Pirinçlerle Japonlar uğraşsındı. Biz de bir kaşığı bir bulgur doldurur demek istiyordum ama zekasız bir aptal gibi görünmek de istemiyor. Elliden fazladır dedim. Daha da fazla alacağını iddia etti. Elimize bir adet cinsi belirsiz kaşık ve yöresi meçhul pirinç alıp deney yapmanın mümkün olmadığı bir yerdeydik. Soruyu soran da tane adedini net bilmiyordu. Peki neden sorusunu ortalama bir sayı üzerinden aşağı ya da yukarı olarak tahminlememi istememişti? Bunu neden yazıp nereye varmaya çalışıyoruz noktasına gelince; gün içinde sorduğumuz soruların çoğu bu sorunun içerdiği zeka kadar. Verdiğimiz cevapların ahmaklıktan öteye gidememesinin kaynağı da muhtemelen sorulardan ötürü. Taraf değiştiriyoruz. Sorularımız saçmalaşıyor ya da tersi.

Hava güneşli ve ışıl ışıl. Kahve ve sigaranın kardeşliğine hiç bir canlı gölge düşüremez diye düşünüyor damak. Yandan bir arkadaş gece gördüğü rüyayı anlatıyor. Tayyip Efendi'yi rüyasında çırılçıplak gördüğünü söylüyor. Hangi kafadasın ben de istiyorum diyorum. Hayal dünyası ne kadar hoş işliyor. Aslında rüyaya boxer ile başlıyormuş, arkadaşın merakı artınca hafiften açılmış efendi.

Gün bugün tuhaf işliyor. Biraz dedikodu yapasım var.

Teoman denilen adamdan nefret ediyorum. Uzun süre epilasyon yapmamış kadının bacaklarının ellerinizle buluştuğu an duyduğunuz his ne ise adamın yüzünü gördüğümde hissettiklerim eştir (ki o bacaklardır ki temizlenmeden erkek yüzü görmemelidir). Kaşının arasını almış arkadaş, sana da seslenesim var; en güzelini yapıyorsun. Al gitsin!

Mustafa Sandal, Demet Akalın ve Serdar Ortaç'ı da sadece sevmiyorum. Demet Akalın'ı sevmemenin yanında nedense hep acıyorum. Aldatılışı aklıma geliyor, yazık diyorum ama yine de sevmiyorum. Kirpiksiz hali beni korkutuyor. Mustafa Sandal açılsa şu garip denizlere kaybolsa. Serdar Ortaç yine göbekten zeytin yeme fantezili klip çekerken, çekirdek boğazında kalsa ölse. Ohh derim. Zerre üzülmem.

Bu kadar.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Dört gündür masanın üzerinde duran boş bardak isyanı

Dört gündür masanın üzerinde duran, içi boş bardağın yanında bekleyen hiç yenmemiş elma ve bir dilim keke bakarken düşündü. Hiç okumadığı kitaplar, izleyip kenara bıraktığı ve tekrar izlenip izlenmeyeceği meçhul olan filmler onu aynı sakinlikle bekliyorlardı. Nesnelerin sürelerle ilgili endişesi yoktu nasılsa. Masanın üzerinde ne varsa severek aldığı, o olmadan önemi olmayan şeylerin bütününden başka bir şey değillerdi.

Ya bir gün uyandığında hepsi gitmiş olsa ne olur? O zaman aynı heyecan ve kararlılıkla devam edebilir miydi gününe. Onu olduğu yapması için üzerine giydikleri, taşıdıkları ve kenara koyduklarıyla ya da arka fona ustaca yerleştirdiği dekorlarıyla bir bağı olmadığına ikna edebilir miydi kendini? Ölümün bedeni değersizleştirip, kalanların anlam yükleme çabasına giriştirdiği zamana kadar çizgi film izleyebilseydi keşke. Çok, az, değerli ya da eksik. En büyük dostlar etten kemikten sahip olduklarından çok cansız biriktirdikleriydi. Onun gücü kadar varlardı. Gitmezlerdi. Örselemezlerdi. Başkaldırmazları.

Eşyalar zararı az büyük sevgiler sunabilir.

Dört gündür masanın üzerinde duran bardak yalnız kalmasın diye çay içtiği ince belli bardağı da masanın üzerine bıraktı. Okumaktan keyif duyacağına inandığı ancak eve geldiğinde okumaktan vazgeçtiği kitabı da. Neden sonra bıraktıkları aklına geldiğinde inceden hesaba girişti. Masanın üzerinde duran bardak kızgın görünüyordu. Bekleme süresi uzadıkça uzamıştı. Ve o bunları düşünüp evden ayrılırken, masada dört gündür durduğunu düşündüğü bardak on altıncı gününü dolduruyordu. On altı gün herhangi bir haksızlık karşısında isyan başlatmak için yeterli bir süreydi. Bardak harekete geçti.

İlk önce raftaki renkli kalemlere seslendi. Kalemlerin kimisi ya hiç kullanılmamıştı ya da kapakları açık vaziyette üşümeye bırakılmıştı. Kitabın içine dümdüz uzanan ayraç aynı sayfayı bölmekten şikayetçiydi. İnce belli çay bardağı dibinde biriken çay posalarının küflenmesinden dolayı kötü kokuyordu ve çok mutsuzdu. Televizyonda Ajda Pekkan'ı gördüğünde kirliliğinden daha çok utanıyor, adaşı gibi raflarda akça pakça sergilenme isteğine engel olamıyordu. Çerçeveler, masaörtüleri, halılar... Evdeki her şey sahibinin ilgisini özlüyordu.

- Hey Faber-Castell... Kapağın çoktandır açık. Üşümüyor musun? dedi dört gündür masanın üzerinde durduğu fark edilmiş ama on altıncı gününde haline umursanılmamış bardak.

Derinden iç çekerek, halini farkeden arkadaşını cevapladı Faber-Castel. Adı Nescafe'ydi bardağın herhalde. Üzerinde öyle yazıyordu.

- Evet Nescafe. Çok üşüyorum. Böylesine amaçsız bir yaşam sürdürmekten duyduğum utanç mürekkeplerimi donduruyor. Lütfen bir şeyler yapalım.

Faber ve Nescafe'nin konuşmalarını duyan kitap birden konuşmaya katıldı. Onun da söyleyecekleri vardı.

- Ben okunmamaya, tencere altına konup nihale görevi görmeye ve hatta tuvalet köşelerinde koku bekçiliğine alışkınım ama bunu bende kaldıramıyorum. Madem okumayacaklardı beni, neden rafımdan alıp arkadaşlarımdan ayırdılar? En azından yanyanayken yeni hikayeler dinliyorduk birbirimizden.

Derken herkes ve her sessiz dillendi, dudaklarını sarkıtarak üzgünlüklerini dile getirmeye başladı.

- Ben bir garip halıyım. Halden en iyi ben anlarım. Üzerimde tepinirken sizin ayak tabanlarınıza zarar vermemek için yumuşak kalırım. Evinizin ses düzenine sonsuz katkılarım vardır. Elektrik sürügesi ile yaşadığımız derin hissiyata mani olan değersiz bir sahibi istemiyorum artık. Aşk en kudretli şifadır. Yere serilmiş hasta ve yorgun biri gibi yaşamak istemiyorum

Dedi halı.

Halı elektrik süpürgesine olan özlemi aklına gelince inleye uluya ağlamaya başladı. Tüm bu çaresiz yakarışlar devam ederken vitrinin içinden duyulan çıtırtıya kulak kabarttılar. Çıtırtıda sayılmaz, bildiğin tıkırtıydı.

Dört gündür masada durduğu sanılan ancak masadaki on altıncı gününü dolduran bardak;

şiiiiiiihhh! dedi. Herkes sustu. Derdini anlatmaya çalışan dostlarından biriydi. Gelen misafirleri etkilemek ve geçmişe saygı duyan biri gibi görünmek için vitrinde sergilenen mors cihazıydı bu. Dediğini kimse anlamıyordu.

ttttt?


....

Kapı çalındı ve sahip içeri buyurdu. Eşyalar ona son bir şans vermeye karar verdi. Eğer sabaha kadar ilgisizliği devam ederse o zaman gerekeni yapacaklardı. Bir gece daha dedi içinden Nescafe bardağı. Son bir gece. Ve açılan televizyonda uykusuz her gece diye haykırıyordu Ajda.