31 Ekim 2010 Pazar

Eller Yukarı! Bu bir soygundur!

Deli mi bu çocuk diye düşünmüştüm gözlerini ilk gördüğümde. İlk günün sonunda anladım, çok akıllı olduğu için gözlerinde diğer insanlarda yakalayamayacağınız bir hareketlilik vardı. Keşfe yeni çıkmış gibi farkındalıkla görmeye çalışıyordu tüm detayları. Sessiz sakin dururken birdenbire altı yaşındaki çocuk oluyor, bir soru yöneltiyordu. Siz gevelerken yürekten dinliyor, sonrasında kısa süre kayboluyordu. Döndüğünde kendi vereceği cevabı bulmuş oluyordu çoğu kez. Cevapları yepyeniydi. Herkesin sundukları gibi değildi. Benzersiz fikirlerle geliyordu. Başkalarının cevaplarına alternatif olacak yeni cevaplar yaratıyordu. Masmavi gözlerinin renk kattığı çocuksu yüzünün havasına aldanıp söylediği lafları, başlarda geveleme olarak gördüğüm için utanmıştım. O esnada çalışıyorduk. İşi yavaşlatacak sohbetlere girmek sonrasında işin düzgünlüğüne engel olduğu için ketum kadın modelinde geçiriyordum günü. Tanıyınca hep bir şeyler sorsun, anlatsın diye etrafında döner oldum.

Aklına yatmayan bir cevap ya da sözle karşılaştığındaysa "Bütün bunlar çok mantıksız. Ben buradan gidiyorum." diyor, arkasına bakmadan dönüp gidiyordu. Sadece siz alınmayın diye lafınızı dinlemiyordu. Hatanız olduğunda arkanızdan değil yüzünüze karşı dürüstçe söylüyordu. Kendi saçmalamalarına karşı da tarafsız davranıyor, anladığı an gerisin geri gidiyordu. Küçük bir erkek sahip olduğu ruhla gözümüzde devleşiyordu.

Aklımda neler kaldı.

Otel odasında dururken oyun oynamak istemiş. Gardrobun içine saklanmış. Tam on dakika odaya biri gelir diye beklemiş. Ses çıkarmadan, hareketsiz. Malzeme almak için odaya giren birinin ayak sesini duyunca heyecanlanmış. Çok kısa bir süre bekleyip, birden dolabın kapağını var gücüyle açıp; bütün bunlar çok mantıksız, ben buradan gidiyorum diyerek odadan dışarı çıkmış. İçeriye gelen sanırım Hüseyin'di. Çok korkmuş zavallıcık. Birden ne olduğunu anlamamış. Kısa süreli şok! Neyse ki İlkay'ı görünce gülmeye başlamış o da!

Havuz başı. Sabah'ın dördü. Üç kişilik sohbet. Dinliyor. Söze karışmıyor. Sanki anne babasının lafını dinler gibi, kim konuşuyorsa yüzüne dönüp izliyor. Kısa bir aralıkta birşey anlatacağını söylüyor. Dinleme sırası bizde. Başına gelen bir olayı anlatıyor. Mülakatlarda sorulan bir soruya verdiği yanıtın elenmesine neden olduğunu düşünüyor. Uykusuzluk, yorgunluk ve dahası ile aklımda kalan cümleleri şöyle oluyor;

"Ben oraya düşüncelerimi yazdım. Çünkü bana konu hakkında ne düşündüğümü sormuşlardı. Öyle ya bu benim düşüncemdi. Düşüncenizi yazar mısınız dediğinizde insanlar düşüncelerini yazarlar. Sınav sonuçları açıklandığında mülakatımın kötü geçtiğini söylediler. Nedeni düşüncelerimmiş. E ama siz düşünce dediniz! Sizce biz ne düşünüyoruzu sorsaydınız sizin düşüncelerinizi yazardım. Saçma değil mi sizce de? Yani o sorunun puanı kaçsa cevaplayan herkese o puanı vermek zorundasınız. Çünkü siz geçerliliği kabul edilmiş bir cevaptan değil düşünceden bahsediyorsunuz. Benim beynimde oluşturduğum, düşünme biçimimin ürünü sizin beyinlerinizdekilerle örtüşmüyor diye nasıl olur da eğitim hakkıma engel olursunuz. Gerçekten çok saçma. Mantıksız. Anlayamıyorum."

Ve sahilde dili dışarda dolanan bir köpeğe su vermeye gidişi. Üşenmeden kalkıp elindeki pet şişeyle köpeğe su vermeye çalışırken, köpek hiç ilgili davranmayıp İlkay'dan uzaklaşmaya başladı. İlkay köpeğin tavrına çok alınmış olsa gerek, şezlonglardan birine oturup köpekle konuşmaya başladı; "Yaptığın çok ayıp. Biz suyu pet şişeden içiyoruz. Yadırgadın tabii. Buraya gel koyun köpek." Köpek aldırmayışını sürdürüp uzaklaşmaya devam edince sesini yükseltip; "Biz medeniyiz koyun köpek. Teknolojimiz var. Gökdelenlerde yaşıyoruz. Medeni olan biziz. Buraya gel ve pet şişeden suyunu iç. Kime diyorum?" Bu esnada şişmanca bir amca onu seyrediyor. Şezlongun ve orada duran gazetenin sahibi. Adama dönüp; "Kusura bakmayın, gazete sizin sanırım. Buyrun alın." diye uzatıyor. Adam köpekle gelişen sohbetten öylesine keyiflenmiş ki sizde kalsın çocuklar diyor. İlkay yerine geri dönüyor.

Tanımaktan keyif duyduğum umarım tekrar vakit geçirebilirim dediğim insanlardan biri oldu İlkay. Tiyatral yeteneklerinin yanında şahane bir sesi var. İlerleyen günlerde hayallerini gerçekleştirmeyi başarırsa uzun yıllar herkesin ismini duyacağı biri olacak. Herkesin ismini duyması onun çok umrunda olmayacak muhakkak. Gerçek şeylere daha çok ilgi duyan, arkadaşlarına değer veren, özenli ve disiplinli biri. Bu nedenle değişmeyeceğini düşünüyorum.



Ve bunları neden yazdım. İlkay'ın da dahil olduğu "Soygun" adlı bir grup var. Yeni şarkılarını internette paylaşıma açmışlar ve tarzı olsun ya da olmasın herkesin en az bir kez dinlemesini istedim.

Merak eder, bakmak isterseniz bunlar Soygun grubunun kimdir nedir'i;
www.myspace.com/soyguntr

Buradan da yeni şarkılarını indirebilirsiniz:
www.bubirsoygundur.com

Yorumlarınızı paylaşırsanız eminim mutlu olacaklardır.

Ve akşam başlayıp günün ilk ışıklarına kadar devam eden, o enfes doğaçlama şarkılar ve performaslara ne demeli? Grubun aynı zamanda vokalistliğini yapan Doruk'la birlikte coşmaları ve bizleri tam manasıyla gülmekten bitik düşürüşlerine...

Uzun zamandır ne o kadar gülmüş ne de o kadar mutlu olmuştum. Tekrar teşekkür ederim...

Hüseyin'in katılımıyla gelişen; babam bana pezevenk dedi'yi
Doruk'un büyüleyici sesini,
Kutusunda hissettiği şeyi ondan geriye sayarak "açan" İlkay'ın performansını,
Yine Hüseyin'in dıı Reynn, dıı reyn çığırışlarını unutmayacağım ömrümce!

30 Ekim 2010 Cumartesi

"Aramızda sessiz olmayı beceremeyen bir gerizekâlı var. "


Geçen gün Ankara'da yaşanan olaydan haberdar mısınız bilmiyorum. Minibüste yaşlı bir kadına yerini vermeyip, genç bir kıza yerini sunan yolcu cinayete kurban gitmişti. İki maganda; onlar yurdumuzda cengâverler, mahallenin bitirim delikanlıları, namus bekçileri olarak anılıyorlar ya genelde, düzene uymadığına inandıkları, kural ihlali var dedikleri anlarda kendi yasalarını sergileyebiliyorlar. Olay cinayetle sonlanmadığında genelde haklı da çıkıyorlar. Küfrediyorlar, bir nevi şehrimizin gizli kolluk kuvvetleri gibi erkeklik kitaplarında yazan maddelere göre ceza veriyorlar. Tüm ülke sınırları bunun gibi adamlarla dolu yazık ki. Toplu taşıma araçlarında, sokaklarda, işyerlerimizde sıklıkla karşılaşıyoruz böyle tiplerle. Sıkıntılarını cümleyle ifade edemeyen, yazık insanlar olarak tanımlayabiliyorum. Müdahale şansımız var mı peki? İnsanlar genelde tepki çekerim, dayak yerim diyerek susup oturuyorlar yerlerinde. Kimi zaman haklı olduğunuz durumlarda böyle insanlarla karşılaşıyor ve kibarca uyarmaya çalışıyorsunuz. Yine haksız olmaktan kurtulamıyorsunuz.

Şimdi buradan benzer gördüğüm insanlara geçiyorum. Bugün hava pek güzeldi. Sonrasında kendimizi sahile atmadan önce sinemaya gidelim demiştik. "Çoğunluk" filmine gitmeyi planlıyorduk. Türk filmlerini tercih edip, kötü çıkması halinde canımız çok sıkıldığı için şansımızı başka filmde kullanalım dedik. "The Last Exorcism" adlı filmi izlemek için koltuklarımıza kurulduk. Filmi izleyebildiğim ölçüde sevmedim. Bu filmi izlemek için sinemaya giderseniz, tercihinizi başka filmden yana kullanıp hemen vazgeçin diye öneride bulunabilirim. Dediğim gibi yalnızca bir öneri. Tamam bende çok şey beklemiyordum ama bu kadar kötüsünü de değil.

Neyse konu film değil. Efendim fragmanlarımızı izledik. Sesimizi çıkarmıyoruz. Merakla bekliyoruz. Korku filmi olduğu için ufaktan kıpırdanmalar var bedende yalnızca. Film başlıyor. Üç dakika geçmemiş henüz. İçeriye elinde patlamış mısırlarıyla bir teyze giriyor. Arka sıralara doğru güçlü adımlarla ilerliyor. Bildiğin teyze. Bunun dakikada yetmiş kelime söyleme kapasitesi var. Geç kalmış üstelik. Film de başlamış. Muhtemelen neden geç kaldığını anlatacak derken... Oturmadan konuşmaya başlıyor. Diğer teyze bir şey söylüyor. Cevaplama öncesi bir nefes aralığı. Bildiğin sohbete girişiyorlar. Olur susar diyoruz. Bu arada dakika altı olmuyor. Ben tabii sinirlenip derin nefes almalarıma başlayıp, kafamı uzatıp, teyzelere bakışlar atıyorum. Sus diyemiyorum. Neden derseniz pek gür bir sesim vardır. Diğer insanları rahatsız ederim diye korkuyorum. Belki sadece ben rahatsız oluyorumdur diye arkadaşıma bakıyorum. Arkadaşım teyzelere bakıyor. Ohh şükür susuyorlar. Filmin ilk on beş dakikasını tekrar konuşup filmi bölerler mi diye endişeyle izliyorum. İlk yarı biter bitmez ışıklar yanıyor. Teyzeler sohbete kaldıkları yerden devam. Zaten filmi ellerindeki patlamış mısırları katur kutur yiyerek izliyor olmaları bile yeterince rahatsız ediciyken susmalarına şükranla bakmıştık. Ara onlar için verilmiş gibi içlerini dökebilsinler diye dua ediyorum.

İkinci yarı başlıyor. Teyzelerde ses yok. Mutluluk budur arkadaşım. Tamam film çok kötü ama emek verilmiş. Korku filmi izliyor gibi değiliz. Bildiğin sessizce filmimize devam edebildiğimiz için mutluyuz. Ve yine bu sefer saldırı teyzelerden değil, tam ön sırada oturan sarışın hatundan geliyor. Cep telefonunu çıkarmış, sanırım mesaj çekiyor. Aydınlandığının farkında, edepsizliğinin farkında neyse ki, eliyle kapatmaya çalışıyor. Yok! Ön sırada ilahi ışıldama yansıtan bir cep telefonu. Mesaj geliyor, yanıyor. Cevap gidiyor yanıyor. Hatun derdini üç mesajda anlattı sanırım. Işık kayboluyor. Sırtına bakıyorum. Orda bir salak insan oturuyor diyorum içimden.

Delireceğim bir gün. Sinema salonu dolu olduğunda korkar oldum. Biliyorum, uyardığınızda sanki kusurları yokmuş gibi davranıp, sizden daha gür sesle vızıldayıp daha da rahatsız ecidi hale sokabiliyorlar durumu. Bu esnada ön sırada ya da gerilerde sesi hiç işitmeyen insanların gözünde ses çıkaran kişilere siz de ekleniyorsunuz. Kim neyin ne olduğunu anlamadan ortalık karmakarışık oluyor. Önlerden biri arkadaşlar film izliyoruz diye bağırıyor. Azarı size de bölüştürüyor.

Çözüm düşünüyorum. Koltuklarımızın yerini öyle böyle kendimiz bulabiliyoruz ya nasılsa. Her seansta bir görevli olsa, konuşanı dışarı atsalar nasıl olur? Olmaz mı? Ya da salonda ses algılayıcı bir başka cihaz olsa... Ekstra gürültü olduğunda perdede bir yazı belirse;

"Aramızda sessiz olmayı beceremeyen bir gerizekâlı var. "

Neredeyse her tarafımızda uymamız gereken kurallar asılıdır. Sigara içme, yüksek sesle konuşma, şoförle konuşma, telefonla konuşma, radyasyon tehlikesi, sarı çizgiyi geçme, dikkat, hede hödöö

Film başlamadan önce; değerli misafirlerimiz lütfen cep telefonlarınızı kapatın. Film başlıyor... demenin yanında, sinema salonlarının tümüne uyulması gereken kurallar asılsın. Yasaklar muhakkak tepki doğurur. Bende karşı çıkarım çoğuna ama eften püftenine bile alışmışken bunu çok görmeyin. Yoksa elime bir sprey alıp görev bilinciyle sinema salonlarına dalacağımdan korkuyorum.

Bir sinema salonunun önünde muhtemelen şunlarla karşılaşbilirsiniz yakın zamanda. Kendimi ihbar ediyorum suçu işlemeden. Yazacağım!!

"Film değerlendirmelerinizi filmden sonra yapınız!" - Bu entellere
"Blowjob yaparken konuşmayınız" Gidecek bir evi olmayanlara
"Sessizce filmini izle gerizekalı" Konuşan herkese

Sinemaya neden gidilmiyoru tartışan arkadaşlarım, filmler üzerinden değerlendirmeler yaparak halkımızın film kültürüne sahip olmayışından yakınırlar. Oysa en önemli etken şu kanımca. Bizde herkes yazar, herkes şair, herkes yönetmendir. Herkesin anlatacağı öykü vardır. Dinlemeyi bilmeyen insanlarımız çoktur. Başkasının anlattığını dinlemeye tahammülü olmayan adam nasıl susacak. İlk önce yapılması gereken, birşey bilmediğini yüzüne vurmaktır. Ahmak olanın gözüne sokman lazım ki vahametini görüp, gelişimi yürekten istesin.

- Otobüste giderken yan koltukta müzik dinleyen arkadaş! Bana zorla sevmediğim müziği dinletiyorsun. Kırk beş dakika boyunca ruhumun gıdası olmayan müzikle kulaklarımı tırmıklıyorsun. Sevmiyorum bu tavrını! Duyabileceğin kadar açsana şunun sesini!!

- Sen sinemada susamayan teyze. Sen sadece bir teyze değilsin. Katlettin filmi. Şimdi evinde başka teyzelere film kötü dersen; Evet, haklısın. Film kötüydü ama sen daha kötüsün teyze!

- Ve sen telefon ışığıyla dikkat dağıtan sarışın hatun! Teknolojiyi kucaklayamadığın bir buçuk saatlik aralık hayatında boşluk yaratmaz. Yaşın genç umarım öğrenirsin.

Çok çemkirdiğimde kendimi yaşlı hissediyorum. Halbuki yola çıkalı çok olmadı. Şu sıralar hep öfkeli şeyler yazıyorum. Muayyen gün yaklaştı ondan sanırım.

Söylenmeye devam. Geçen yıl yorgun geçen bir iş günü sonrası, bildiğiniz ceset gibi dolaşırken eve dönmek için otobüse biniyorum. Yorgunluğumu kelimelerle anlatamam. Tansiyonum düşüyor, görüntüler gidiyor. Çok genciz ya kimse yer vermiyor haliyle. Çünkü genç dediğin, sarsılmaz kale gibi olmalıdır, sağlıklıdır, gençlere hele ki araçta onca orta yaş üstü insan varken kadın olanına yer verilmez. İnsanlar uyuyordur ya da çok kültürlü olanları kitap okuyordur. Oturanlar ayaktakilerle gözgöze gelmezler. Toplu taşıma araçları, Gizli Yolcu Yasaları - Madde 216 - Ayakta duranlara bakma. Yoklarmış gibi davran yoksa koltuk elden gider! Nedir bu koltuk sevdası anlamadım gitti?

Neyse sonuç malum. Bir sorun var bedende. Dur şunu yere savurayım da tansiyonunu normale çekeyim diyor beyin. Kendi başına yeterli akıllı organdır. Pek severim. Kararı veriyor. Otobüste yere kapaklanan genç kadın. Ayıldığımda bir koltuğa oturtulduğumu, kısmen daha iyi olduğumu hissediyorum.

Ara duraklardan biri binse. Bildiğin hödük çıksa. Yaşlı bir teyzeyi ayakta görse... Dönse bana önce... Hey sen! Utan gençliğinden, utan güzelliğinden! dese. Burada ayakta duran teyzeye yer verilmedi de neden sana verdiler dese. Adamın biri lafa karışsa, daha "Beyefendi bir saniye... Hanımefendi" diyerek konuyu anlatmaya çalışsa... O maganda çıksa... Vayy arkadaş, bir de hanımefendi oluyorlar bunlar dese... Dinlemeden uzatsa, hırlasa... Karşıdaki adam sinirlense, siz ne diyorsunuz beyefendi dese... Bir de bana ayak yapıyor diyen maganda, höytt diyerek adamın gırtalığını sıksa... Adam cinayete kurban gitse...

Bu bizim ülkemizde olmaz diyeniniz çıkar mı?

Ne kadarımız bu denli saf?

Uzak değil arkadaşlar inanın. İçimizde canavarlarla yaşıyoruz.

Denk düşmeyelim e mi?

29 Ekim 2010 Cuma

Yüzlerinize tüküreceğim

Başlık büyük bir araklama oldu. Farkındayım ama bazen "Evet buna anca bu yaraşır!" dediğiniz an vardır ya. Sanırım o anlardan biri. Mezarlarına tükürmek çok korkutucu olduğu için, bırak tükürmeyi mezarlıklardan bile korkan biri olduğum için en güzeli kanlı canlı yüzlerine tükürmek.

Gazetelerin internet siteleri genelde magazin haberlerinin desteğiyle okunurluk sayılarını artırıyor. Tıklanma oranına göre en çok internet okunurluğu tespiti yapıldığı için siteler yumuşatılmış porno siteleri havalarında yaşamlarını sürdürüyor. "Ünlü bilmemnenin yeni silikonları", " En seksi 25 kalça", " Büyük şeyleri çok seviyor" "Mini etek tehlikeli" Bu ve benzeri başlıkların altına yayılmış onlarca fotoğrafla, düzeyli basının teknolojik sahasında at koşturuyorlar. İnternet haberciliği diyemiyorum, bildiğiniz porno müşaviri edasında yaşantılarını sürdürebiliyorlar.

Haber başlıklarının hemen yamacında yanıp sönen kalçalar, dekolteler, uçuşan etekler kesinlikle cezbedici. Yanıyor, sönmüyor ateşi. Merakınıza göre bir şey geldiğinde tıklayıveriyorsunuz. Geçen gün gündem başlıklarına bakalım. Kim kimi kesmiş, deprem ne zaman vuracak, metrobüse zam haberlerinin hemen ötesinde, " Seksi liseli kız", "Liseliler coşuyor" diye başlıklar vardı. Tık tık ben geldim. Türkiye'de çekilmediği belli olan erotik kolejli ergen fotoğrafları. Yaklaşık otuz adet fotoğraf yer alıyor bu başlık altında. Okul forması içinde çeşitli aktivitelere gönderme yapacak nitelikte pozların yer aldığı bir albüm. Kızların yaşları on dört ila on yedi arasında. Hadi ben abartıyorum, on sekiz olsun. Üniforma yaşı küçük ama. Günlerce tıklanma oranları en fazla olan albümler içinde yer alıyorlar. Elbette meraka lafımız yok, gencecik taze bedenlerin teşhiri her daim ilgi çekici olmuştur memleketimizde. Bizden namuslusu yoktur, ana bacı sevgisi denildiğinde bizden çok kimse sevgi sunamaz fakat kadına taciz, bırakın kadını hayvana taciz oranlarında başı çekeriz.

Çok geçmeden aynı internet sitesinde magazin haberi bölümü değil, gündem başlıklarında şu haberler sıralanıyor;

" Vicdansızlar! Liseli kıza tecavüz!"
"Okullarda ne oluyor?"
"Liseli genç vahşeti"

Sen git gencecik kızları akıllara cinsel obje olarak göster, onların formalarını metafor malzemesi haline getir. Sonra dürüst, tarafsız, ilkeli, ahlaklı, efendim daha hangi vizyonla sunarsan sun... Gazeteci değilsin. Bildiğin porno besleyicisisin. O fotoğraflara bakıp mastürbasyon malzemesi yakalamayı huy haline getirmeyi başaran okurların kadarsın. Ne kadar tıklanırsan, o kadar sana girsin.

Derseniz ki sadece haber okuyabileceğin onlarca site var.
Evet, yok demedim.
Madem beğenmiyorsun. Neden o gazetelerin internet sitesini takip ediyorsun.
Bre densiz. Ben gazetenin dürüst, tarafsız ve ahlaklı olduğunu iddia etmesine takığım.
İnsanlar bunları gördükleri için tecavüzcü olmuyor. İçinde varsa yapar dersen orada dur. Teşvik diye birşey duymadın mı? Ya teşhir? Ya da iki yüzlülük? Her konuyu zamanı geldiğinde kol kol ayırıp, mangalda kül bırakmayan medya kodomanları her konuda gösterdikleri hassasiyeti neden bu konuda da gösteremiyorlar? Mış, muş...

Bu memleket değil mi ki zamanında ona buna kendi bedenini peşkeş çekenin, bir gözyaşıyla "Ahlaklı kadın örneği" diye yutturulduğu, (Bedeni üzerinden geçimini sağlayan seks işçilerine değil lafım. Onlar daima dürüstler, tüketicilerine karşıyım yalnızca)

Kızını geçtik, torunu yaşındaki küçük kıza tecavüz edip, ahlaksızlığının din masallarıyla topluma yedirilmeye çalışıldığı,

İşinize ve çıkarlarınıza ters düşenin kelime oyunları ve asılsız bilgilerle alaşağı edildiği...

Basının satılık kalemleri... Aşırı hassasımsı, pudralı yüzlü, postmodern cafe insanları...

Hassas yerlerinizi tekmekelemek istiyorum! Makyajlı yüzlerinize tükürmek, ıslaklıkla akan fondöteninizin araladığı yerlerden gerçek ten renginizi görmek!

Ve unutmayın arkadaşlar. Ekranda gördüğünüz o iyi insan, süper yardımsever olarak tanımladığınız, tanımlamanız içim usta halkla ilişkiler uzmanlarının size sunduğu paketlenmiş insan programlarının çoğu gerçek hayatta lanet kişilerdir.

Ekranda görüp özümseyemediğiniz, sevemediğiniz insanlar iyi insanlardır. Yalan söylemezler, sahte gülümsemelerle sizi kandırmaya çalışmazlar. Milyonların ayarında duruş sergilemez, kendileri olurlar. İşte o nedenle sevmezsiniz.

O nedenle nefret ediyorum. Sayfalarca, günlerce taciz ve tecavüz üzerinden değerlendirmeler yapmalarını o nedenle hazmedemiyorum. Sen köşe yazarı! Diyemiyor musun, ben bu konuda duyarlıyım. Küçücük kızları, lise formasıyla sunup malzemeleştirmeyin. Tamam cinsel dünyası zengin insanlarımız olsun. Her şeyde üstünüz ya bir bu eksik kalmasın. Beslesinler toplumun bu yönünü ama sonra çıkıp ikiyüzlüce, aynı sahada nasıl oluyoru sorgulamasınlar.

Sorunlu haberciliğin getirileri olarak görüyorum ben bu durumu ne yazık ki.

Gazete ve internet gazeteciliğinde köşe yazarlarının diğer sayfadaki haberlere hele hele magazin haberlerine müdahale hakkı yoktur diyenler de olabilir.

O zaman bende derim ki sen büyük yazar; memleketteki her konuda söz söyleme özgürlüğün var da gazetende dönen kirli ve pis oyunları neden herkesten önce deşifre etmiyorsun. Müdahale etsene. Atıp tutmasana her konuda bilirkişi edasıyla. Sen evvelinde kendi çöplüğünün temizleyicisi olsana. Ben köşeme çekileyim sadece çemkireyimle olmuyor bu işler. He oluyor muhakkak, çünkü koltuklarınız hala sımsıcak. Koca popolarınız soba gibi ısıtmaya devam ediyor kış gününde deri koltuklarınızı.

Beyim! Beyiimmm. Ben götü boklu adama kız vermem. Git hamama git önce. İyice terle.

Yıkanıp gelsen de önce bir tüküreceğim yüzüne.

Sinirim geçmedi çünkü.

Sağa sola bakarken düşünülenin yazısı

Geçen gün yolda ilerlerken kuyruk acısı gibi içime oturdu iki kişinin birbirine sarılması. Yanlarına gidip durum analizi yapsa mıydım? Uzaktan yapılamıyor muydu sanki? Yerimde kaldım. Bak yavrum sen bunu onu çok seviyorsun. Sımsıkı sarılıyorsun ama o bedenini kaçırmak için fırsat kolluyor. Ahtapot tarafından kıstırılmış gibi hissediyor sarıldığında. Belki kokundan rahatsız ya da senin sevdiğin kadar sevmiyor seni.

Beden dili uzmanı olmaya gerek yok. Belli ki kendini kandırıyorsun. Dışarıdan daha kolay gözlemleniyor ya olaylar. Dahil olmak istedim. Olamayınca benim sıkı sıkı sarıldığım ama karşıda güçsüz duran bedenleri, tam tersi beni sarmalayıp benim uzaklaşmak için fırsat kolladıklarımı düşündüm. İki kişinin birbirine var gücüyle, içten sarılması zaten başka bir duyguydu. Herkese duymanın imkansız olduğu.

Tüm bunlardan bağımsız düşünülebilecek bir durum daha var. Bazı insanlar kendilerine dokunulmasından hoşlanmayabiliyor. Bu gruba dahil olanların başında annem geliyor korkarım. Küçükken her önüne geleni şap şup öpme, sarılma, mikrop kapacaksınlarla söylene söylene zaman içinde fark ettim ki beni de ister istemez tarafına çekmiş. Sarılmak benim için çok özel olduğu için mi bilmiyorum ama yalnızca gerçek anlamda sevdiğim insanlara sarılabiliyorum artık. Öyle gereksiz sevgi gösterilerinde bulunmak ya da vızıldayan kadın sesiyle "canımmm arkadaşımm" lafını onaylarcasına böğrüme basamıyorum kimseyi. Aynı şey dokunma eyleminde de geçerli. Dokunarak konuşmaktan rahatsızlık duyarım ve kişisel alanıma herkesi dahil edemem. Tokalaşmak yeterlidir çoğu zaman. Amca teyzedir, amcadır yaşlılara karşı zaafım var. Torunlarıymışım gibi ellerini öper, sarmalarım anında.

Terliyken, sigara içtiğimde ya da yüzümde bir sivilce çıktığında karşı tarafın rahatsız olabileceğini hesaba katar uzaktan selam veririm. Size doğru sevgiyle gelen arkadaşınız, sevgiliniz, akrabanız her kimse işte durumu yanlış değerlendirmesin diye de söylerim nedenini. Ama genelde şöyle gelişir;

- Şimdi söndürdüm. Öpmeyeyim..
- Amaaan canım ne olacak gel şöyle!
.....

- Terledim yahu şimdi yapış yapışım
- Gel buraya, bende terliyim zaten..

Sevdikleri içindir, çok kötü birisin diye düşünebilirsiniz. Bizim millette böyle bir anlayış var. Gribim öpme dersin. Nasıl olsa havayla da bulaşıyor der öperler. Bebeğe fazla dokunma, enfeksiyon kapabilir dersin... Amannn ben teyzesiyim ne olacak derler. Sanki milletçe üzerimize okunmuş sular, iksirler dökülmüşcesine rahatızdır. Hatta şimdi aklıma geldi, yıllar evvel bir program için gizli çekimler yapılıyordu. Otoban kenarında hayat kadını kostümüyle ava çıkan kadın haber muhabiri yoldan geçen arabaları çeviriyordu. Duran arabalardaki şoförlerlerle sıkı bir pazarlığa girişiyordu. Ardından eklemeyi ihmal etmiyordu; yalnız ben aidsliyim. Adamlar pişkince sırıtıp; atın ölümü arpadan olsun, bize bir şey olmaz gülüm diyerek araca kabul ediyorlardı kadını.

Sarılmaktan nereler bağladım yine. Neyse devam...

İlişkilerin tümünde eşit duyguları yaşamak zor görünüyor bana. Arkadaşlık olsun ya da sevgililik, bir taraf daha yoğun oluyor duygu ve anlam bakımından.

Konu sapması. Bir de şu var. Üstün ırk ya da millet olduğuna inanmıyorum. Olsa olsa üstün insanlar vardır ve bunların dili, ırkı, cinsiyeti üstünlüğünü sağlayan temel taşlar değildir. İnsan olmanın gerekliliklerinin, yıllar içinde şekil ve tanımı değiştirilse de insan olmak sadece mükemmelliklerin uygulanabileceği akıl küpü olma durumunu temsil etmiyor.

Şuna inanıyorum. İnsan özünde kötüdür. İyi olma yolunda evrim geçirmeye başlar doğumundan itibaren. Bazıları bunu başarabilir. Kimiyse başaramaz. Şu an yaşadığımız şehri göz önüne aldığımızda milyonlarca nufüsumuz var diyebiliyoruz ancak kaçının insan olduğunu bilemiyoruz.

İyi insan olmak sadece çevrendekilere iyi davranmak demek değildir. Ailene, arkadaşlarına, sevdiklerine sunduğun davranışlarla değil, sevmediğin hayatına dahil etmediklerine olan tavrın senin iyi insan olmakla ilgili duruşunu şekillendirir.

Bundan şu sonuç çıkmamalı. Herkese gereksiz sevgi gösterileri yapıp, tüm insanlığı sevelim demiyorum elbette. Ama ailemizi onlar bizi büyüttüğü için ya da alıştığımız, bizi koruyan kişiler olduğu için seviyoruz. Burada gizli bir çıkar söz konusu. Sevgililerimizi, bizi güçlü, seksi, güzel, tercih edilen ya da her neyse olarak hissetirdikleri için seviyoruz. Yine burada da gizli çıkarlarımız mevcut. Arkadaşlarımız için de benzer duyguları sıralayabiliriz. Kafa yapımızın uyduğu, birlikteyken ya da uzaktayken yalnız olmadığımızı hissettiren, sosyal yanımız her neyimizlerse yine aynı duyguyla. Gizli çıkarlarımız nedeniyle seviyoruz. Çıkar dediğin zaten gizliden gizliye gelişir elbette ancak görünenlerden çok görünmeyenlerle benim derdim. Aile konusu zaten başa bela. Arkadaşlarımla konuştuğumda anlayabiliyorum. Kimisinin annesi gerçekten kötü. İyi bir insan değil. Normalda başka insalarda kabul edemeyeceğimiz ne varsa onda var. Ama annedir, kutsaldır, bizi doğurandır. Terkedemediğimiz, sevmek zorunda olduğumuz insanlarla hayata başlıyoruz. Anne babamı çok seviyorum ancak ya benim ebeveynlerim olmasalardı yine aynı ölçüde sevebilir miydim onları? Bu denli sevgiyi hakedebilecek insanlar mı? Dürüst cevap; evet annem insan olarak da iyidir, yine severdim fakat babamı bir insan olarak değerlendirdiğimde ölçüsü geriliyor.

Hayatımızdaki çoğu şeyi gizli çıkarlarımız olarak değerlendirip nedenler bulabiliriz. Sevgi karşılıksız sunulduğu zaman daha anlamlıymış gibi geliyor. İyi insan olmak da özünde karşılık beklemeden yapılan iyiliklerden oluşurmuş gibi. Tamamen saçmalıyor da olabilirim. Emin değilim. Şu an içimden bunlar geçiyor ve yazıyorum.

Kutsal kitaplardan birinden ya da aile büyüklerinden öğrenip öğrenmediğimi hatırlamıyorum. Bir cümle kalmış aklımda. Sevdiğin şeyleri paylaşabiliyorsan eğer gerçekten iyi bir insan olabilirsini anlatmayı hedefleyen bir cümleydi. Verdiğin şeyleri senin ihtiyacın olmadığı için paylaşıyorsan bu gerçek bir iyilik değildir. Senin sahip olmaktan mutluluk duyduğun, onsuz eksik kaldığın şeyleri bile paylaşabilmek, bölüştürmek kimi zaman. Bunu başarabiliyorsan iyi bir insan olma yolunda ilerlersin diyordu.

Ben yazdığım gibi yapabiliyorum demiyorum. Bende insanım. Benim de kötücül yanlarımı sunduğum kişiler vardır. Anlayışlı olarak adlandırılırken birinin karşısına at gözlüklerimi takıp - ki bazı durumlar ve kişiler karşısında kendime yakıştırıyorum doğrusu- çıkabilirim de. Olması gerekeni yapamadığım için kendimi suçlamıyorum artık. Yapabildiğim kadarını yapmaya çalışıyorum. Yapamadıklarımın nasıl olması gerektiğini düşünüyorum. Mantıklı geleni de yazıyorum işte.

Bu yazı çorba gibi oldu ama bilirsiniz ki çorbayı pek severim. Anlatabildiğime emin değilim, olmamak da rahatsız etmesin sonrasında diye özetleyelim. Yazmaya çalıştığımı anlatabiliyor muyum kıvamında olsun;

- Birbirine sarılan insanlar incelendiğinde ilişkinin boyutunu anlayabilirsiniz. Sevgi ölçüm kontrolörü gibi gözlerinizi dikip bakmayın yalnız. Toplumdaki her on kişiden yedisi şiddete meyilli - sallama istatistiki verilerim, onay kodu: 3375

- Memleket insanının bağışıklık sistemi üzerine oyandığı küçük oyunlar

- Her ne anladıysanız kabulüm diyerek sıyrılmaca

28 Ekim 2010 Perşembe

Bekleme Odasında İki Kişi

Uzun zamandır hiç olmadığımız kadar yakınız birbirimize. Günler içinde biriktirdiğimiz sorunlu taraflarımızı havalandırıp, tek başımıza temizleyemediklerimize leke çıkarıcı olma halindeyiz. Ellerimizde karanfil kokulularımız. İki kadın çekiştiriyoruz ucundan ötesinden kirli çamaşırlarımızı.

Kırmızı koltukta serilmişken boylu boyunca, gözümüz kitaplığa kaçıveriyor. Bir oyun oynayalım mı diyorum. Hiç okumadığımız bir kitabı alıp rastgele bir sayfayı açalım. Oradaki gizli mesajı hayatımıza adapte edelim. Bakalım ne diyecek bize? Radyodan sıradaki şarkıyı diler gibi. Yüz kuruşluk cikletten medet umar tavırla. Biraz da edebi hayalcilik kaygısıyla. Belli ya çözememişiz. Neyse haydi alalım kitabı. O doğruyu söyler elbette.

Ve tesadüfün böylesi! Denk gelen sayfadaki kadın birine sitem ediyor. Karakterle aynı ismi taşıyorum. Olayın muhatabı gibi geriliyor sinirlerim. Yüksek sesle tekrarlıyorum cümleleri. Alkışlarla yaşıyor kimi bense oyunlarla!

Kısa sürüyor sevdası. Kapatıp yerine koyuyoruz kitabı. Karşı balkonda oturan yaşlı teyzeyi görüyoruz. Gözlerini bir noktaya sabitlemiş. Gözler gibi değil, birini bekler gibi hiç değil. Gelmeyeceklerine emin. Sadece bakıyor. Baktığı yönde ne görüyor bilinmez.

Bayram. Sömürüye açık zaman aralığı. Neyse ki kentin gözde şeker firması konuyu haddinden fazla malzeme ettiği için tekrar tekrar teyzelerin yalnız bekleyişlerini gözümüze sokmuyorlar. Toplu bekleyişler görüyoruz. Sadece bayramda değil, hep bekliyor o teyzeler. Bedenlerimiz eskidiğinde bizim de bekleyeceğimiz gibi. Kâh ölümü kâh eşi dostu. Bekleme odasında olduğumuzu unutuyoruz. Aslında doğumumuzdan itibaren yalnızca dönüş yoluna çıkacağımız anın gelmesini bekliyoruz. Kimi zaman korku, kimi zaman kabulle.

Beklemek güzel o nedenle. Uzun beklemeler diliyorum kendime ve sevdiklerime.

Hüzün çöküyor. Aradan elli yıl geçince kırmızı koltukta yalnız mı oturuyor olacağız? Karanfil kokuluları bırakıp ektiğimiz karanfil çiçeklerine mi bakacağız? Kitap okumak istediğimizde gözümüz görebilecek mi? Beklemek güzel. Kötü olan yalnız beklemek.

Huzur evindeydik bir gün. Aklımda kalan onca şey var ama en çok içimi acıtan şu konuşma olmuştu. Herkes evli olup olmadığımı soruyordu. Yok değilim diyordum. "Evlenirsen aklında olsun, çok fazla çocuk doğur." dedi teyzelerden biri. Doğur ki biri bakmazsa diğeri bakar diye öğütledi. Kenarda oturan amcalardan biri kızdı teyzenin sözlerine, başta ses etmedi. Teyze devam etti; "Benim iki tane var bana bakmadılar. Çok doğur ki biri bakmazsa diğeri bakar." Amca acı acı gülümsedi. Acı gülümseme neymiş ben o gün gördüm. "Bende beş tane var. Sayıyla değil hayırla olur bu iş. Gönlünde varsa bir tanesi yeter. Evlat olsun. İti herkes doğurur." dedi.

Herkes birinin evladı ama ortalık it dolu. Nasıl olacak şimdi?

Bekçilik eden biri gerek. Çöpçüler kör olası kalsın, bekçiler nöbette.

Neyse biz sohbetimize devam edelim. Yağmur sesi eşlik etsin en iyisi.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Çek elini kazanımdan!


Çorbanın her türlüsünü pek severim. Kelledir, işkembedir affetmem. Kesme aşı, şehriyesi, domatesi, yaylası olsun günün herhangi saati en az üç kase tüketmeye meyilli çorba sevdalısıyım. Elimden geldiğince ve yiyenlerin yalancılığını üstlenircesine iddia edebilirim ki muhteşem çorbalara imza atmışlığım vardır. Üşenmem kaynatıveririm mutfaktaki malzemeler elverdiğince. Adının ne olduğunun önemi yoktur çoğu kez. Çorbadır. Şükran sunulasıdır.

İyi de Ey hayat...

Güzel hayat!

Lan hayat!!

Neden her zaman çorba gibi karışıksın bana? Sulu şeyleri severim ben. Neden katı kurallarınla soframın kenarını eşeliyorsun?

Bok çukurunda kaynattığın lezzetli gıdalarını sun sevdalılarına. Afiyet olsun. Baldır şekerdir der geçerim de..

Uzak dur kazanımdan! Bırak cadı gibi atayım içine lama tırnağını ve büyüsüne inandığım ne varsa. Yemek isteyen soframa kurulsun. Lezzetine inanmayan senin sofrana savrulsun.

Bak hayat...
Sana iki çift lafım var: koskoca hayatsın, paran var, ömrün var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana çorbayla oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta çorbasız, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin işkembeye bile acımayan, bir damlacık sarmısağı çok gören? Anlamıyor musun hayat, bu çocuklar çorbayı seviyor! Ama ben boşuna konuşuyorum... Çorbayı tanımayan adama çorba sevgisini anlatmaya çalışıyorum... Sen büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim bey... Sen mi büyüksün? Hayır! Ben büyüğüm yani Emel Usta. Sen benim kazanımın yanımda bir hiçsin! Anlıyor musun? Bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil; ne kazanıma ne de tariflerime hiçbir şey yapamayacaksın! Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize kuru bakliyatla değil, tarhana çorbasıyla bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma soframdakilere! Dokunma baharatlarıma! Dokunma erişteme! Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Emel Usta, hiç düşünmeden atar kaynatırım kazanımda seni! Anlıyor musun? Atarım ve dönüp tuzuna bakmam bile!!

14 Ekim 2010 Perşembe

fikrim bu benim, virdim ise her lâhzada âh... sen âh-ı ateş suz'umu beyhude mi sandın

Cehennem Kraliçesi son emrini buyurdu
Yakın tüm bebekleri
Toplayın yakıcı rahimleri
Boğulsun herkes kendi çirkefinde
Unuturlar avuçlarına altınlar dökülünce
Bol bol verin, kamaşacaklar
Yalanlar söyleyin, inanacaklar
Gözlerine bakın, çevirmeyin başlarınızı
En güvenli alana bırakın tohumlarınızı

Fotoğraf
Hey sana sesleniyorum
Dondurulmuş an
İmzası geçmişin
Bir devrin
İnden çıkma ruhun gelişimini belgeleyen

İlla ki gülümserdin
Ve portakal diye seslendiğimizde
Güler görünürdü gözlerin

Görüntüler aldatmaca
Oysa sözler vardı gerisinde
Yakıcıydı bir o kadar zehirli
Kavga etmiş durulamamış
Galata gününde
Tuzu olana salata uzattığın dönemlerin akışında
Akışkanlığında hayallerin
Tutmaya çalışırken kaçardı düşler

Geri pas atardı milli takım
Kaçak, hafif oynak korkardı rakipten
Kırmızı mavili renk şaha kalkarken
Dalgalanırdı bir ses odanın kulağında
İspanya

Ateş dansa başladı
Yaylara gerilmiş koçların yağları akıyordu
Güzelim bereket yuvası bir nur gibi yayılıyordu
Kraliçe alevlere seslendi
Yut tüm pısırıkları
Yak tüm vaatleri


Şuh kadını bana bırakın
Pamuk alevlerinde pişireceğim lezzetli etini

13 Ekim 2010 Çarşamba

Daha fazla bilgi edinin

Çantasını sürekli temiz tutmayı becerebilen
Pembe rengi tekerrürle seven kadınlardan olamadım ben

Annem söyledi çok gezince
Mavi olmalıydı senin rengin diye

Cüzdanımın köşesine konuşlanmış
Kocaman pembe EGO kartın içinde
Henüz kullanmadığım dokuz bakiye
Doğduğum gün gibi ömrünü tüketmemiş

Bir daha Ankara yoluna düşecek mi ayaklar
Kayıp penasını arayacak mı küçük akıllı dev
Egonu kullanıp dokuz hakkını tüketebilecek misin kadın
Hey sana diyorum
Kadın!

Yollarında denizsiz şehrin
Gülebilecek misin tekrar

Ya da ayışığını izlerken yudumlayacak mısın
Teknede balık yancısını

Şimdi savur yine kendini tepelerine
Yedi şehir bile olmuş yedi yüz tepe
Sustur üzerinde sürekli gezinen hain melodileri
Yeni ritimlerle merhaba demeyi dene

Çalışma
Çaba dediğin ne
Tükür lama ol sende
Hata yapmaktan korkar halde yaşarken
Daha kocamanlarını kucaklama
Kus zehrini ve rahatla

İçinde boklar yüzen derenin rehabilite edilmesinin gerekliliğini fark eden kadının gelecek hayali planlaması

Puslu kıtalar atlasına bakıp
Şu an nerede olduğunu kestirmeye çalışıyorum
Göründüğü kadar zeki olmadığını bilen her kişi kadar
Saçmalama oranı yüksek bir yaz(g)ıyla seslenmek istiyorum adına

Han'ın kapısı kapanalı neredeyse yüzyıl geçmiş
Olduğum şeylerin sureti farklı gibi
Aslı olmalı herkesin
Gibilerini koy sepetine adam gibi
Ve karar verdim
Artık gibi'sin sadece
O gibi
Şuh gibi


Mavi gözlü kıvırcık etekli
Zengin züppenin koynundayken narin topların
Ellerinle pas ver gelecekteki düşlerine

Herhangi bir otobüs durağında
Ya da metronun ücra peronunda karşılaşamayacak olmanın verdiği
Bilinçli adımlarla basıyorum akbili gerekli alana

Eskisinden çok yürüyorum
Motor üzerinde dolaşırken kıçın
Ayaklarım yeşil gözlerime tekmeler atıyor
Saçlarımı koparıp tellerini yola döşüyorum
Delirmek istiyorum bir sokağında şehrin

Üst motorları bağırtmaya geçeceğin günü sabırla beklerken
Hep motorken ruhun
Hızlıyken
Arsızken
Hararetlenirdi minik kaplumbağam

Şimdi çalsın fonda şarkılarımız
İsmail Yk'dan geliyor sana
Haydi yavrum bas gaza
Bana eşlik etsin mongollar
Çığırayım Dinazor Taşşaa


Ellerimize kazıyacağımız şeyleri
Şimdi götlerimize kazısak
Estireceği hava gazın kokusunu bastırmaya yeter mi?

Bir kilo pastırma kaç lira sahi
Kokusu kaç günde çıkar

Senin ayakların kaç günde kokacak
Çürümüş etlerine ne zaman tecavüz edecek güzelim böcekler

Söyle ruhum
Anlat olanları
Ve haykır!
Bir kibrit aleviyle yaktığın evin önünde haykırırken
Konuşun odalar
Susmayın kapılar
Çerçevenin dili sustur güzelliğini,
Dök içini sende hoyrat gecelerinde aşkın

Kanatlarını aç ey tuvaldeki melek
İçinde su olan kadehi kaldır ve yine iyi dileklerini sun dünyana
Sarhoş ol bir fahişe gibi koynunda
Köpüklerini akıt iri memelerine okyanusun

Ve unut nasıldı elleri
Gibileri katlet, keşkeleri karıncala

Ve unut neler söylediğini
Kendi anlattıklarını da

Savaşacak dermanı kalmadı gecenin
Bir kurt gibi uluyarak seviş günışığıyla

Geçsin zaman.
Üç yüz altmış beş günü altı saati ömrün

Bitsin.

Üç nokta

10 Ekim 2010 Pazar

Sevgili Su Torbam...

Yine kış. İnce kumaşlarla vedalaşalı neredeyse beş gün oluyor. Tüm narinliğimizi, derilerimizin tatlı rengini cüsseli kışlıklarla gölgeleme vaktidir. Mavi, siyah puanlı tüylü kazağı görünce neşeleniyorum. Varlığını unuttuğum birçoğunu gördüğümde olduğu gibi. Kahverengi botlarım, mor eldivenlerim ve sen... Sevgili su torbam! Hâla benimle olduğun, gitmediğin ve kaynayan ruhuna rağmen su akıtmadığın için sevgiyle sarılıyorum sana. Ve rica ediyorum, aşık olunacak bir adam bulmadan patlama. Geceleri çok üşüyorum.

Seni çok seviyordum, biliyorsun. Dile gelsen, "Yazın yüzüme bakmadın hain kadın! Oysa içini her daim ısıtabilen tek nesne benim" desen kabulüm. "Ben oynak bir torbayım. Cinsiyet cibiliyet ayırt etmeden dereceleri yerinden oynatırım." desen de.

Hayatımda aldığım en güzel ve anlamlı hediye sensin. O inceliği sağlayan adam şu an başka torbaların suyunu dolduruyor olsa da seni ilk ısındığım zaman duyduğum şükranla sarmalıyorum.

Ve ısrarla öğütlüyorum. Eğer kış aylarında sevdiceğinizi yalnız bırakmayı planlıyorsanız gitmeden siz de ona bir su torbası hediye edin. İnsan onca paylaşımdan sonra geriye bunu bırakabiliyorsa ne mutlu. Gerçi bu armağanı alan durumun böyle sonuçlanacağını bilmez ama olsundu. Son göreviniz bu. Elbette zaman geçince anlayacaktır kıymetinizi ve sizi iyi anmasının tek yolu bu olacaktır belki de. İyiliklerinizle...

Sevgilisiyle vedalaşan herkesin bağrında rengarenk su torbaları görmeyi diliyorum. Çok şey mi istiyorum?