20 Kasım 2010 Cumartesi

Öğretmenin evladı

Sanırım ilkokul sıraları anısı. Eğitim hayatına atılalı en fazla dört yıl geçmiş, bir resim dersinde sınıf arkadaşlarının tümü gibi öğretmenimizin söylediğini çizmeye çalışıyoruz. Serbest teknik kullanım hakkımız var. Ben suluboyalarımla haşır neşirim. Yanımda sınıf öğretmenimizin çocuğu oturuyor. Annesi okulda öğretmen olan her çocuk kadar şımarık, annesinin haklarının bir kısmını paylaşır edada. Yüzünde ister çizerim ister çizmem, bana kimse bir şey diyemez havası var.

Böyle neredeyse ağzımdan salya akar biçimde, aşkla renkleri karıştırıp yeni renkler elde ediyorum. Çizdiğim nedir hatırlayamıyorum ama sanki dünyanın en kıymetli eserini icra ediyor havadayım. O derece seviyorum resim dersini. Bitince öğretmenime sesleniyorum. Bir dakika geliyorum yavrum diyor. Gelecek diye heyecanla bekliyorum. Güzel olduğuna inandığım için, bana aferin der diye gülümseyerek bekliyorum. Yanda öğretmen çocuğu. Suluboya için kullandığım suyu resmin üzerine döküyor. Gülmeye başlıyor. Ben aynı anda ellerimi yumruk yapmış, ağlamaya başlıyorum. Vuramıyorum gözüne. Mora boyayamıyorum. Annesi geliyor. Öğretmen olan. Kızım ne oldu diyor. Eeughhaeee sesi çıkıyor ağzımdan. Bir de cılız bir sesle çocuğunu işaret edip "Suyu döktü. Bozuldu!" diyorum. Gülümsüyor. Annesi de gülümsüyor. Tamam bak ağlama, yenisini yaparsın diyor. Defteri sallayıp suyunu akıtıyor. Yeni sayfa çevirip önüme bırakıyor. Öğretmen çocuğu hala yanımda. Yeni resim çizmiyorum. Ağlamaya devam. Suluboya fırçasını batırmak istiyorum çocuğa. Zarar verme isteğini şiddetle ve bilinçle istediğim ilk an bu olabilir mi? Zil çalıyor. Annesinin yanına gidip mutlu mesut sınıftan çıkıyorlar.

Eğitim hayatı boyunca şaka gibi hep öğretmen çocukları denk geldi sınıfımıza. Suluboya fırçam hep yanımdaydı ama birini öldürmedim. Ortaokul'da Fizik Öğretmeni'nin oğlu Eren vardı bir de. Neyse ki o şımarıklık yaptığında ağzına patlatabiliyordum. O nedenle biri çıkıp annemin öğretmen olduğu okulda öğrenim gördüm dediği an önyargılarımdan kurtulamıyorum. Aklımda şişirilmiş notlar, cetvelle tanışmamış eller, önceden bilinen sınav soruları geliyor.

18 Kasım 2010 Perşembe

Masum Kurt ile Oyunbaz Menekşe'nin Karşılaşması

Karsız çam ormanının derinliklerinde, şelalenin bitiminden sola dönünce, sekizinci ağacın köşesine gelindiğinde minik bir menekşe karşılardı misafirleri. Gününü gün eder, istediği an farklı renkleri giyinirdi. Hiç bir yolcu aynı kostümle görmemişti minik menekşeyi. Güneş doğduğu zaman karalar bağlar, yağmurlu havalarda sıcak sarımsı renklere bürünürdü. En sevdiği renk hiç şüphesiz mordu. Asil ve etkileyici bir hava yakalamak istediğinde hemen bu renk kıyafetlerini sarınıyordu. Gelen kişinin önemli biri olup olmadığını hemen anlayıveriyordunuz.

Yaprakları konusunda son derece kararlıydı. Her zaman açık yeşili tercih ederdi. Tonuyla hiç oynamaz, yalnızca arada tozlarını alır, parıldamasını artırırdı.

Bu minik oyunbaz menekşenin heyecanını hep tepeden seyrederdim. Bu arada merhaba demeyi unuttum. Ben şelalenin bitiminden sola dönünce, minik menekşeyle karşılaşmak için dönmeniz gereken sekizinci ağacım. Sekizinci ağaç olmakla çok övünürüm. Uğurlu rakamım sekizdir. Hatta gövdem ismime ve uğuruma sadık kalsın diye gövdeme uyguladığım özel diyetler sayesinde yalnızca sekiz kola ayrıldım. Neyse bu benim hikayem değil. Biz en iyisi minik menekşenin masum kurt ile karşılaştığı güne dönelim.

Uykusuz geçen bir gece sonunda şelalenin sesleriyle güne başlamıştım. Dördüncü dalımın gönderdiği sinyallerden anladığım kadarıyla yabancı biri görünüyordu uzakta. Yorgun, yaralı, neredeyse ölmek üzere olan bir kurttu bu. Ormandan ayrılıp şehre inmiş, her şey insanlarla karşılaşınca olmuştu. Kurt ormanda öylesine yalnız kalmıştı ki bedensel açlığını önemsemiyordu. Bütün masallar onu kötü anlatmıştı, kimse onu iyi anmamıştı. Arsızca av peşinde koşup masum insanlara zarar verdiğine, doymak bilmez iştahıyla herkesin yemeğine göz diktiğine ve uyanık olduğuna inandırılmıştık. Tıpkı insanların söylediği gibi. Bütün ormanın aşağıladığı, güvenmediği bir hayvancıktı kurt. Ben de duygularımdan emin değildim. Güvenmek istiyordum ancak kabuklarıma zarar verir, derimi tırmalar, çizip kanatır diye ürküyordum.

İşte korkunç yalnızlığını sonlandırma isteğiyle çare arayıp, gecenin karanlığında ağlaya ağlaya gezerken, oyunbaz menekşe ile karşılaşmış masum kurt. Ben de sekizinci ağaç olarak olaylara bizzat şahit olmuşum.

"Hey! Islak tüy! Kessene sesini. Uyuyamıyorum." dedi menekşe.

Oyunbaz menekşe masum kurttan korkmamıştı. Tuhaf yaratıktı menekşe. Etkileyici ve büyüleci olduğunun farkındaydı. Kurt onunla ilk kez doğrudan konuşan biri olduğu için umutlandı. Küçük, şımarık birine benziyordu ama tercih yapacak durumda değildi.

"Özür dilerim minik menekşe. Gözyaşlarıma dur diyemiyorum." dedi kurt dudak bükerek.

Gece gece nereden geldi bu aptal yaratık diye düşündü menekşe. Gözyaşlarından tüyleri ıslanmış, daha çirkin, daha sevimsiz görünüyordu. Şimdi yıllardır biriktirdiği ne varsa anlatıp canını sıkmasın hem de sabah gözleri mor kalkmasın diye hızlıca başından savmaya karar verdi.

"Senin dilini konuşmayı bilmiyorum. Sana yardım edemeyeceğim için üzgünüm. Eğer beni anlayabiliyorsan durma şehre koş. Orada insanlar yaşar. Herkesin dilinden anladıkları söylenir. Hem seni burada kimse sevmiyor. Ağlamaların boşuna. Git onlara ağla. Belki biri seni eğitmeyi kabul eder. Böylece hem karnın doyar hem de yalnızlığın son bulur."

Masum kurt ışıldayan gözlerle menekşenin sözlerini tamamlamasını bekledi. Kalbi mutlulukla dolmuştu. Umut en amansız hastaların bile ilacıydı her yerde.

Masum kurt menekşenin yanına sokuldu. Ona duyduğu minneti göstermek istiyordu. Aynı dili konuşmadıkları için üzüldü. Onu öpmeye karar verdi. Ama daha önce hiç öpüşmemişti. Dilini çıkarıp, yapraklarını yaladı. Menekşe kurt onu yalayıp, salyalara boğarken çığlığı bastı.

"Seni gerizekalı ucube. Defol git!" dedi.

"Seni korkutmak istemedim minik menekşe. Sadece teşekkür içindi." dedi masum kurt.

"Teşekkür etmek istemiş... Leş kokan ıslak dilini narin yapraklarıma ne hakla sürüyorsun?"

"Kızma miniğim. Dediğin gibi şehre gidiyorum. Hem baksana! Dediklerimi anlayabiliyorsun artık. Aynı dili konuşabiliyoruz. Gitmesem, burada kalsam, benimle arkadaş olur musun?"

Menekşenin yaprakları ürperdi. İlk kez yalan söylerken yakalanmıştı. Evet kurtlar çok uyanıklardı. Ama onu çekecek hali yoktu. Sevgisi ya da sabrı.

"Bak kurt. Sana kimsenin veremeyeceği kıymette bir hediye sundum. Onu al ve hemen buradan git. Eğer sana bu öğüdü verdiğimi duyarlarsa beni hemen öldürürler. Renklerimi soldurmak istemiyorsan benimle bir daha asla konuşmamalısın." dedi menekşe.

"Ama neden? Ben size bir kötülük yapmadım." dedi kurt.

"Bunun kararını ben veremem. Bana güzellik, onur ve hayat ışıltısı sunulmuş. Sana da arsızlık, riya ve uyanıklık. O nedenle sen hayatını bu değerlerle yaşamasan da anılacağın sıfatlar bunlardan farklı olamayacaktır. Ya insanların arasına karışıp köleliği kabul edersin ya da ormanda korkunç ızdırap çektirecek yalnızlığı. Seçim senin. Fakat bir daha tek kelime etmeyeceğim." dedi menekşe.

Kurt mutlu mu mutsuz mu bilemeden yavaş adımlarla menekşeden ayrıldı. Eğer bir tehlike varsa onu da buna dahil etmek istemiyordu. Ama üzülüp vazgeçer, arkadaşı olmayı kabul eder diye elinde olmadan yavaş ilerliyordu. Menekşe hiç oralı olmadı. Yapraklarına sarındı, uyur gibi yaptı.

"Ormanda seni kimse sevmiyor. İnsanların arasına karışmayı denediğin an avlarlar seni. İnsan kendinden daha kötüsüne tahammül edemediği için seni de yok edecek. Böylece densiz vakitlerde uykumu kaçıramayacak, uğursuz sesinle ritmimi düşüremeyeceksin." diye düşündü menekşe.

Kurt yavaş adımlarla başladığı serüvene koşarak devam etti. Şehre kadar durmadan koştu, koştu, koştu.

Şehrin girişine vardığında o kadar halsiz düşmüştü ki gölün kenarında uyuya kaldı. Bir süre kestirip, gün ışıldayınca insanlara merhaba derim diye düşündü.

Düşünde dost insanlar, kurt komşular gördü. İletişim sorunu yaşamadan onu aralarına almış, dans ediyorlardı. Daha önceleri hiç duymadığı bir melodi eşlik ediyor, kahkaha sesleri yankılanıyordu. Birden rüyada olduğunu anladı. Uyandığında etrafını saran küçük insanlar gördü. Masum kurt canının yandığını hissetti. Küçük çocuklar üzerine taşlar fırlatıyor, küfürler yağdırıyor, yetmezmiş gibi bir de büyük insanları yardıma çağırıyordu. Sadece uyumuştu. Uyumak kötü bir şey miydi?

Ne yapacağını bilemez halde koşmaya başladı. Canı öylesine yanıyordu ki durup durumu anlatmaya korktu. En iyisi sakin bir yere gitmekti. Ne de olsa ilk kez karşılaşmışlardı. Yabancı birini görünce her kim olursa şaşırabilirdi.

Önde kurt, arkada küçük insanlar kovalamaca devam etti. Ara sokaklardan küçük insanların iki katı büyüklükte devasa insanlar da kovalamacaya katılınca kurt korktu. Durmaya karar verdi. Sarışın küçük çocuk halimden iyi biri olduğumu anlar diye düşündü. Sarışın çocuğun yanına gidip durdu.

"Merhaba küçük dostum."

Çocuk avazı çıktığı kadar bağırıyor, gözlerinden korku akıyordu. Çocuğun babası elindeki kazma sapını kurttan yana savurdu. Kurt son anda fark edip kafasını sola yatırmasa ölüyordu.

"Seni mendebur. Yemek için oğluma mu göz diktin? Geberteceğim seni." dedi çocuğun babası.

Kurt insanların onun dilini anlamadığını fark etti. Üzüldü. Belki gülümsemesini görürlerse dost olmaya çalıştığını anlarlardı. Dişlerinin tümünü sergileyecek şekilde sırıtmaya başladı.

"Dişlerini gösteriyor. İçimizden birini yemek için gelmiş. Silahı olan yok mu? Vurun şunu!" dedi kalabalıktan biri.

Masum kurt gülümsemeye devam etti. Güldü, sağa sola sevgi saçtı ancak insanlar ellerinde sopalar, kazma sapları ile etrafını sarmaya devam ediyordu. Tehlikeli bir şeyler olduğunu anlaması uzun sürmedi. Ormana geri dönmeye karar verdi. Belki de yanlış şehre gelmişti. Minik menekşe hangi şehre gitmesi gerektiğini söyleyebilirdi belki.

Kalabalığa çarpa çarpa dönüş yolunda koşturmaya çabaladı. Taşlar atılıyor, sopa darbeleri bir sıyırıp bir denk geliyordu. Bana insandan da ümit yok diyerek ağlaya ağlaya, uluya inleye koştu, koştu, koştu.

Ormana vardığında yorgun, yaralı ve bitkindi. Ne zamandır üzüntüden yemek yemediği de biliniyordu. Menekşe onu şehre yollamasaydı acısı daha da büyümezdi. Belki gizlice onunla konuşup, yalnızlığını giderebilirdik. Şimdi masum kurt hem yaralıydı hem de acılı. Ormanda öğrendiğim ilk kural şuydu; eğer birinin yarası varsa, acı çekiyorsa ve ona yardım edecek kimsesi yoksa, ondan her türlü kötülük gelebilirdi. Ve bunun adı kötülük diye adlandırılsa da sergilenecek en olağan duygu buydu. Yani masumken onu kurt kimliğine sokan bizlerdik. Ormanın yaşayanları. Hain menekşesinden tut, ona yuva olmayan ağaç dalına kadar. Kötülük gerçek değildi. Normal olandı kimi zaman.

Kurt acısına yenilip ağlayarak öldüğünde çok üzüldüm. Keşke ona önceden yardım etseydim. Sadece olanları izlemeyip, oyunbaz menekşe onu kandırırken daha kötüleriyle karşılaşacağını fısıldasaydım. Ama keşkeler, olsaydılar geriye getirmeyecek masum kurdu.

Yine de keşke diyebilsek bazen. Olmaz ya değişebilse bir şeyler, şunları diyebilseydik ve olsaydı;

1- Masum görünen menekşe ile kurnaz görünen kurt hiç karşılaşmasaydı.
2- Görüntülerimiz daima içimizi yansıtabilseydi. Menekşe bu kadar güzel olmasaydı ya da kurt böylesine ürkütücü.

Bir aslan miyav derse
Minik fare kükrer elbette

Aslan,
Sütünü içse artık
Fare,
Deliğine çürük etleri taşısa

Kenarda kurusa kasımpatılar
Duvardan akıyorken yağlı boya

Gözleri hangi farla gölgelerse
Üstüne hangi kalemle hat çekse de
Halkaları kapatamıyor hain fısıltılar

Morumsu
Ve de sarı
Yeşilimtırak
Hatta
Tataaaa

Sahnede bir garip deli
Eskilerden kalma oyunu sahneliyor
Masum
Korkak
Aşk var avuçlarında
Kanıyor elleri

Rengi kırmızımsı
Göz akı en pakı
Tertemiz
Safça

Diğer yanda kunduza emanet bir düş
Ön ayağıyla tutuveriyor kanalı
Şehre su gerek
Damlayla başlar her canın serüveni
Yıka ellerini

Sulu sepken altında sevişmesek
Çok yorgunum
Üşüsek biraz
Ellerimiz üşüse
Yetmediği yerde
Donsa ayaklarımız
Derman olmasa Çin battaniyesi

Şehre yeni yol yapacaklarmış
Yolun önüne denk düşeni yıkacaklarmış

Aslan miyavlama sütünü iç
Doyursana karnını minik fare
Leş kokan lezzetli eti acı sosla harmanla
Peyniri çalan sahibene aldırma

Dün
Geceye karış
Yarın
Harmana başla

7 Kasım 2010 Pazar

Helva Yapsana!!


Para üstü olarak sakız veren bakkala, tavuk sosu veren kasap katılmıştı. Esnaflar Birliği Örgütü, son toplantılarında esnaflara bu öğüdü vermiş olabilir miydi? "Para üstü olarak verdiğiniz her tavuk sosu, sakız veyahut 10 ila 50 kuruş arası ürün, gün sonunda size asgari 10 TL'lik gelir sağlar." Mantıksız değildi. Kimse sakız ya da tavuk sosunu geri çevirip kuruşunun hesabını yapmıyordu. Ya da gazetelerde şöyle haberlere hiç rastlanmamıştı;

"Para üstü olarak verilen sakızı bakkalın suratına fırlatan genç, dükkanı yağmaladı. Nöbetçi mahalle delikanlıları tarafından mahalle kahvesinde ifadesi alınan genç olayı şöyle anlattı; Bakkaldan sigara almaya gitmiştim. Bir keresinde 50 kuruş eksik diye sigara vermemişti. O günden beri kıldım kendisine. Sigaramı aldım. O da ne? Bozuk para kalmamış dedi sırıtarak. Elime beş adet falım ciklet tutuşturdu. Dişlerinde sarı lekeler var evlat. Sakız çiğne rengi açılır dediğinde çılgına döndüm. Ses çıkarmadan kenara geçtim. Beşini birden ağzıma doluşturup, yumuşayana kadar çiğnedim. Sonra da fırlattım işte"

Ya da...

"Geri alamayacağını anladığı 50 kuruş için Hayal Et Kasabı'nın sahibi Murtaza Hakbilir'den 50 kuruşluk kıyma çekmesini talep eden E.S. adlı genç kadın dehşet saçtı. Her gün bir yerlerde zorla satılan 50 kuruşluk malların yıl sonunda aile bütçesine derin darbeler indirdiğini iddia eden çılgın kadın..."

Neyse... Kimse ses çıkarmadığına, tüketici hakları konusunda bilgi sahibi olmadığına göre Esnaf Birliği Örgütü'nün yeni öğüdünü dinlemek yerindeydi. Küçük esnafı kurtarmak ve yaşamını sürdürmesini sağlamak bu küçük hesaplara bağlıydı.

Sinsice oyuna getirildiğimizi anlıyorduk ancak sesimizi çıkaramıyorduk. Kuruşun hesabını yapan cimri müşteri sıfatıyla adlandırılma korkusuyla yaşar olmuştuk. Raflar tavuk sosuyla... Ceplerimiz sakızla dolar olmuştu. Ama bunun kuru neyi yoktu. Sevgilinize kur yaparken ağzınız akmasın kokmasın diye kötü anların engelleyicileri işlevini görüyorlardı.

Cengaver bir müşteri bir gün bakkaldan içeri girdi. Dilediğince alışverişini yaptı. Sıra ödemeye gelince, yıl boyunca cebinde biriktirdiği sakızları, bakkalın tezgahına çıkarıp saymaya başladı. Her biri 10 kuruş olarak hesaplanınca toplam 82 adet sakızdan 8.20 TL'lik bakiye elde ediliyordu. "Al bakkal efendi. Bu senin diyetin!" diye haykırdı cengaver kadın. Bakkal utanç içinde boyun büktü. Bir daha kimseye zorla sakız vermeyeceğine and içti. "Var evine git yiğit müşteri. Sakızlar da hediyem olsun" buyurdu.

Olay tüm ülke çapında büyük yankı uyandırdı. Mahalle teyzelerinden memleketteki akrabalara, komşu kadınlardan, köy kahvehanelerine yayıldı. Yurdun dört bir yanında sevinçle haykıran tüketicilerin çığlıklarını duyar olmuştuk. Alışveriş yapmaya giderken kılıçlarımızı kuşanır olduk. Kenarda biriktirdiğimiz kötü gün bozukluklarıyla hesabımızı küsüratıyla kapatıyorduk. Çocuklar gibi şendik müşteri tayfası olarak. Esnaf birliğinin örgütü olursa, müşteriler de kumbaralarına yaslanırdı... Bozuk para çıkışmayınca üstünü sakızla ya da tavuk sosuyla ya da da cebimizde ne varsa tamamlamaya çalışıyorduk. Sonunda elbirliğiyle ülkeden bir sorunu kovmuştuk. Hatasını anlayan uyanık esnaf ticareti ahlakıyla yapar oldu.

Hayatımızdaki tek eksiklik sakızlardan çıkan ucuz hayal fallarını okuyamayıp, kafalarımızı bulandıramayışımızdı. Çok merak eden olursa, gönül rızasıyla sakızını ücretini ödeyerek satın alıyor, çiğniyor, fallanıyordu. Hayat tüm zorluklara rağmen billur gibi akıp gidiyorudu.

Günler geçiyor, sinsi oyunlarına devam eden örgütler, birlikler kimlik değiştiriyordu. Şifacı bacılar yok olmuş, alimler zalim olmuştu. Gökten üç al elma düşmüş, üçü de oracıkta çürümüştü...

İnsan bedeni eskiyordu. Marazlanıyordu. Hastane yoluna düştükten sonra bedeni iyi edecek ilaçları almak için eczaneye koşuşturduk. Bozukluklarımızı evde unutmuştuk telaşımızdan ama önemi yoktu. Eczacı okumuş adam ya da kadındı. Küçük hesaplarını büyükmüş gibi gösterirdi.

Şifamızı alalım dedik. Para üstü yine üstümüze üstümüze geldi. Kasada bozuk eksiği vardı. İnci gibi dişleriyle esnaf gülüyüşü sergileyen şirin kadın "Bu da bizden olsun. Para üstü çıkışmadı." dedi ve iki adet aspirini poşedin içine savurdu.

Karnım ağrıyordu. Konuşamamıştım. Şunları demek istedim. Hasta olmasaydım da söyleyemezdim gerçi. Ne Kayseri'liydim ne de 50 kuruş için hakkını arayacak insan modeliydim. Cebimde bir sakızım bile yoktu. Vahtım, yazık insandım. Bir kere " Bu da bizden" ne demek oluyor kardeşim? Lütuf mu bu? 50 kuruşun karşılığı olarak iki adet aspirin verdin. İlaç ulan bu! İlaç!! Belki o akşam karnım şiddetle ağrıyacak ve ben o ilacı alacağım. Hadi daha kötü oldum. Gece ameliyata almaları gerekti. Baygındım. Bilincim kapalıydı. Anneme sordular; "Aspirin kullandı mı?" diye. Bizim evde Aspirin yok. Annem de yok almamıştır dese... Şimdi fazla takıntı ediyorsun diyeniniz de çıkar ancak arkadaşım Aspirin kullandığı için ameliyat tarihi erteleneni biliyorum. Tamam kolay ulaşılabilir bir ilaç, şifası da fiyatına göre bolca olabilir ama bu sakız değil, tavuk sosu değil. İlaç ulan!! İlaç!

Tamam 2 adet Aspirin'den bu olur mu demeyin. Bunlar yan etkileriymiş;

(Vikipedi'den alıntıdır)

Asetilsalisilik asidin en sık görülen yan etkisi sindirim sistemi üzerinedir. Doza bağımlı olarak gastrointestinal hemoraji, ülserasyon, tinnitus, vertigo, geçici işitme kaybı, kanama zamanının uzaması ve nadiren lökopeni, trombositopeni, plazma demir konsantrasyonunda düşme görülebilir. Ayrıca nadir olgularda aşırı duyarlılık reaksiyonları olarak kaşıntı, ürtiker, anjiyonörotik ödem, astma ve anafilaksi görülebilir.

UYARILAR

Astma, nazal polip veya nazal allerjisi olanlarda dikkatle kullanılmalıdır. Uzun süre ve yüksek dozda kullanımında ılımlı bir salisilat intoksikasyonu görülse de, dozun azaltılmasıyla kaybolur. Salisilatlar tiroid fonksiyon testlerini değiştirebilir. Karaciğer harabiyeti olanlarda, ayrıca cerrahi müdahale geçirecek kişilerde dikkatle kullanılmalıdır. Gebelerde kullanım güvenliği kanıtlanmadığından önerilmez. Süt veren annelerde kullanılmamalıdır.

Alnımızda ne yazıyorsa o. Bundan böyle susup oturuyorum. Esnaf amcalarım; bakkal, manav, kasap artık ne verse kârdır der geçiyorum. En azından sakızın benim bildiğim bir yan etkisi yok. Dolgu dönemi gelen diş olur arasına kaçarsa bilemem. Diğer tarafla çiğneyin kardeşim.

Benim memurum, eczacım, esnafım işini bilir. Varın gerisini siz söyleyin.

- Zaman itibariyle bugün pazar! Para üstü ilaç olayı yaklaşık iki ay önce Ankara'da gerçekleşti. Neden şimdi yazdığıma gelince; karnım ağrıyor da ilaç kutusunda iki adet Aspirin buldum. Bizim evde Aspirin olmazdı diye düşünürken aklıma geldi.

Bir de şu. Bir şarkı vardı hani. Bakkal Amca, Bakkal Amca... E ne var?.... Unun var mi, şekerin var mi? E helva yapsana diye soruyordu bir müşteri görünümlü Mahmut Tuncer. O ne kadar saçma bir talepti?? Esnaf kardeşlerimize yüklenen görevleri de düşünmeli, haklarını savunmalıydık o zamanlar. Bir esnaf nesli o şarkılarla büyüdü, müşteri daima haklıdır, ne talep etse hakkıdır diyerek piknik tüplerle helva yapar olmuşlardı. Çıldırttılar esnafı ondan böyleler şimdi. Ah gidinin zamanları... Haklar ufak ufak gitmeden peşinden koşulmalı. İpin ucu kaçtığında sesiniz çıksa da gürültüden başka bir şey sağlanamıyor.

Merak edenler için o talepkâr şarkı şuradadır efendim;
http://www.youtube.com/watch?v=cO6orXdQPi8

Bir klibi vardı bakkal amcanın oynadığı ama onu çok arayamadım. İlginizi çekerse bir hamlede bulmaya gayret ediniz.

Hepsi bu.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kasım yanılsaması


Geçen gece öldüğümü zannettim. Nefes alamıyordum, kalbim yetmiş yaşındaki birinin kalbi gibi sıkışıp buruşuyordu. Komik bir ıslık sesiyle, beni katletmek için kovalayan onlarca veletten kaçmaya çalışıyordum. Tuhaf bir yerdi. Aydınlık olmasına rağmen iç karartıcı bir hal alıyordu. Birileri vardı tanıdığım. Yardım etmeden kenarda öylece bekliyorlardı. Gülmüyorlardı, konuşmuyorlardı, bana bakmıyorlardı. Duygusuz bekleyişler.

Uyan kadın! Rüyaymış. Kâbusumsu! Film beni beklemeden kaldığı yerden devam ediyor tabii. "Who can kill a child?" filminin sesleri eşliğinde, uykuya dalan bünye, dış sesleri rüyaya adapte ediyor. Yıllar evvel bir yerlerde okumuştum. Çok yorgun ya da stresli uykularımızda, dışarıdan gelen sesleri rüyaya adapte ediyormuşuz ya da o seslerle yeni görseller oluşturuyormuşuz. Örneğin telefon çalıyor. Siz o sırada şelalede yüzüyorsunuz. Birden şelale telefon oluyor. Şelaleyle iletişim kuruyorsunuz. Sabah kalkınca da efe gibi anlatıyorsunuz. Gece şelaleyle konuştum, kesin bir yerden para akacak. Efendim güçlü bir gaz çıkartıyorsunuz. Rüyaya dev şimşekler, dağların yıkılması, deprem... artık sizin zihninizde güçlü ses hangi imgeyi yaratıyorsa o... Sonra yine anlatıcı rolündesiniz; "Nasıl bir ses ama anlatamam!! Deprem mi olacak acaba??"

Osurdun arkadaşım. Hepsi bu.

Şimdi hangi rüyanın dış seslerin etkisiyle oluştuğu ya da bilinçaltının ürünü olduğunu ben bilemem. Bilene danışmak lazım her şeyi. Herkes kendi rüya tabirini kendi yapsın en iyisi. Ülkede bir de öyle bir inanış var, rüyalar herkese anlatılmaz. Gündüz niyetine dersin. Kötü olanlarını anlatacağın kişiyi iyi seç. Yoksa gerçek olur. Rüya alemi karışık. Kendi adıma benim gördüğüm rüyalar genelde çıkar der kaçarım işin içinden. Sesten mi eften püften mi oluşur kimse karışamaz. Rüyalarıma laf ettirmem.

Geçen gezinirken rüya makinası çıktı haberiyle heyecanlandım. Tabii buluşun amacı insanoğlunun değerli hayalgücü ile oluşan rüyaları izlemekten ziyade beyin hareketlerini takip etmek, gri hücrelerin çalışma şemasına hakim olmak ve gizemlerini öğrenmek. Rüya tabiri kitabı yayınlamak gibi ûlvi amaçları yok. He bu buluşu bizimkiler bulsaydı kesin rüyaların anlamlarıyla geçirirlerdi ömürlerini. Bizde falcı, büyücü, hoca alimden üstündür daima. Herkes ilim bilim diye gezer. Siz onlara aldırmayın. Yalancı insanlara dönüştük. Herkes belgesel izliyor, kitap okuma desen öyle. Çok entellektüeliz ailecek canım!


Benim ilgimi şu Japonların yaptığı rüya makinası çekti. Kişinin görmek istediği rüyayı göstermeye yarıyormuş. Şöyle tanımlamışlar; "Uyumadan önce rüyanızda görmek istediğinizle ilgili resme bakıp kayıt cihazına bilgileri verdikten sonra bu cihaz, ses, ışık, müzik ve kokularla uykunuzun REM döneminde istediğiniz rüyayı görmenizi sağlıyor. İlk önce fonda çaldığı müzikle uyumanız için rahatlamanızı sağlayan cihaz sekiz saatlik uykunun sonunda ses ve ışıkla sizi uyandırıyor."

Uyumadan şöyle hazırlık yapsam. Sabaha kadar fonda çalacak şarkıları seçsem, odaya tütsü falan koysam, görmek istediğim fotoğrafları tavana yapıştırsam. Telefonun alarmını kursam.... Rüyaları bile şekillendirmek akıl kârı mıdır? Tüketimin son hamlesi. En güzeli olsun. Sefam olsun. Şekerim geçen bir makina aldım. Ne istersem onu görüyorum. Kabus falan yok artık. Balım bademim. İnsanın aklına onlarca şey geliyor. Harem kurarım ben bu makinayla. Rüyalarda buluşuruz padişahlarla. Hayalgücü diye bir şey kalacak mı ileride acaba? Hayal kurma makinası da yaparlar mı umutsuz insalara? Geleceğin güzel olduğuna inandıran düşler kurduranı, aç, sefil insanların olmadığını gösteren, eşitlik hayali kurduran, demokratik ülke hayaline inandıran... Hayali bile güzel.

Evet ben çok akıllı olsaydım hayal kurma makinası yapardım. Düşümdüm de pek sevdim bu fikri. Kenara not alayım. Belki kenarda köşede kalmış gizli zeka potansiyelim vardır ve bir gün açığa çıkar. Belli olmaz bu işler. Dahilik delilikten türüyor gerçi. Cahillikten olsa olsa saçmalamalar dökülür.

Bu da Kasım ayının ilk yazısı. Aslında başkaca bir konu hakkında yazmayı planlıyordum ama olamadı. Konusu altı günü tükenen ayın yaşattıkları hakkındaydı. Kalan Kasım günlerinin yaşatacaklarına duyulan özlem ve muhtemel korkuların işaretlerinin takibi olarak da tanımlanabilirdi. Belirsiz kaldı. Neyse yaşayalım görelimci oldum bu sıralar. Ay sonu yazısında tüketiriz kelimeleri bu konu hakkında.

Okuyan eden var mı acaba diye düşünmeden yazı yazmak çok keyifli ayrıca. Seviyorum seni blog!

Öperim