30 Ekim 2012 Salı

Güzelliğe İlahi (Baudelaire)



Derin gökten mi geldin, uçurumdan mı çıktın,
Ey güzellik? Boşaltır iyilikle birlikte
Suçluluğu tanrısal, cehennemsi bakışın,
Şarapla bir tutarız seni bu yüzden işte.

Rüzgârlı bir akşam gibi kokular saçarsın;
Yaşatırsın gözünde gün batımıyla tanı;
Öpüşlerin o şerbet, o testidir ki ağzın
Çocuğu yiğit kılar ve ödlek kahramanı.

Uçurumdan mı çıktın, yıldızlardan mı indin?
Büyülenmiş bir köpek gibi ardında Kader;
Sevinçle felakettir o rasgele serptiğin,
Her şey elindedir ya vermezsin hiçbir haber.

Çiğnersin, Güzellik, horladığın ölüleri;
Mücevherlerin bizi büyüler Dehşetiyle,
Ve Cinayet, en seçkin takılarından biri,
Tutkulu bir danstadır yüce karnında öyle.

Sana doğru süzülür büyülenmiş pervane,
Mum çıtırdar, yanar, der: Kutlu olsun bu şamdan!
Eğilmiş bitkin âşık sevdiğinin yüzüne
Mezarını okşarsa nasıl ölecek insan.

Gök, cehennem, nereden gelirsen gel, ne çıkar
Ey Güzellik! ürküten koca dev, saf, çocuksu!
Yeter ki gözün, gülüşün, ayağın açsınlar
Bana, tanımadığım, sevdiğim bir sonsuzu.

Şeytan, Tanrı, ne olursan ol, Melek, Siren,
-Işık, uyum, ıtır, sen kadife gözlü peri,
Tek kraliçem – daha katlanılır bir evren
Sağla bana, hafif kıl daha saniyeleri.

24 Ekim 2012 Çarşamba

bazen saçma sapan şeyler öylesine muazzam bir bütün oluşturuyor ki...

Yana yayılmasın, kanatları genişlemesin diyerek burnuna mandal takan küçüğü anımsadım. Şimdilerde kocaman olmuş. Mandalla müdahale çok işe yaramamış olsa gerek, geniş kanatları ile hayatın kokusunu özümseyen tatlı bir burnu var. Öylesine güzel ki. Hokkanın her işin üstesinden gelmediğine inanan bakışları, mandalı burnundayken okuduğu kitap cümleleri kadar uzak fotoğraflarda. Yanında güzelliğine konduramadığım bir yabancı. Sahi ben kimim ki yakıştırmıyorum? Sanırım sadece et olarak değerlendirmek üzere kurulu düzenin şaklabanı olduğumu gösteren bir hile. Muhakkak kalbi yumuşacıktır ve özenle sarmalıyorlardır birbirlerini.

Adamın adı hafızada yer etmemiş. Kalabalığın ortasına dalıp, üzerideki kıyafetlerin rengi ölçüsünde ahenk yaratıyor. Elinde son damlasını barındıran şarap şişesini sallandırıp nağmelerine devam ediyor. Köşedeki kapalı dükkanın kepenklerinin dibine, boylu boyunca serili Leyla'sına bakarak. Belki o da Leyla olmadığının farkında değil. Hiç bir zaman onu engelleri aşacak kadar seven bir Mecnun'u olamadığı için kepenklere sarmalandı. Durumu fark eden adam onu Leyla ilan ettiğinden beri adı bu. Sokaktan geçen insanların insafına bırakılmış şarap şişesi adedi kadar aşka doyacaklar. Belki bir odanın içine tıkılı kalsalar birbirlerinden esirgeyecekleri şefkat ve özeni böylesine pervasızca sunamayacaklar. Adam methiyeler düzüyor. Leyla'nın dişleri ağzını terk edeli epey olmuş. Aldırmıyor. Dünyanın en güzel kadını olarak tanımlandırılan kadınların dişlerinin yaratamayacağı etkiyle, hoş bir edayla gülümsüyor. Ağzındaki derin boşlukta şüphe yok. Sevgi var.

Her boşluk açıldığında içinde sevgi kalsa. Aldatmaca.

Topuklu ayakkabılarını güçlü adımlarla bordo halıya dövdüren beyaz tenli kadının, gecenin üçünde, uyku ve kaygılarla yere eğilen başın yukarı meyletmesine neden olan sütunları. Yaşını almış ama edası ergene takılı ruhundaki çentikler. Bencilliği, küstahlığı ve başarısızlığı haykırıyordu adeta. İşittim.

Her gün birbirimize pervasızca yazdığımız, gördüğümüzde söylemekten kaçındığımız kelimeleri düşündüm. Sanırım birkaçının anlamını deneyimleyerek öğrendiğimi sanıyorum. Sahi her geçen gün yeni şeyler öğreniyoruz. Bu bir boka yarıyor mu diye sorarsanız bence yaramıyor. Ama işte insan öğreniyormuş gibi yapmayı marifet sanıyor. Zannettiğini emin diye vurgulayıp, yeni yol haritaları çiziyor kendine. Sonra onu da boka çevirip sifonu çekiyor. Sanırım durum bu.


Bir de mezarlık ve punto hadisesi var. Hafızaya alındı, umarım dökülür kelimelere.





1 Ekim 2012 Pazartesi

Osmanlı Döneminde Şekercilerin Giydiği Kostümler

Osmanlı Döneminde Şekerci (GALERİ ALFA)


























Helvacı (GALERİ ALFA)
























Tatlı Sucuk ve Şekerleme Satıcısı (GALERİ ALFA)

























Tatlı Sucuk ve Pestil Satıcısı (GALERİ ALFA)



20 Ağustos 2012 Pazartesi

Sivrisinek kadar aklı olan bir izleyicinin vızıltı ile mücadelesi

Sıkıcı geçen günlerin ardından evde pinekleyecek vakti bulmuş, keyifle ayaklarımı uzatıp sinema keyfi yapmayı umuyordum. Koltuğun yanına sehpayı çekmiş, mutfaktan hızlıca bir şeyler getiriyordum. Közlenmiş patlıcan, deniz börülcesi, acılı cips, çekirdek, portakal suyu ve tütün yerini almıştı. Uzanıp bir yandan semirip diğer yandan film izleyecektim. Sıralamada önceliğimi dramaya vermiştim. Ardından komedi ve ısrarla yine dramaya dönecektim. Yalnızdım. Kafamda canlanan hiç bir sorun yoktu. Canlandırma servislerim bir süredir şükür ki arızalıydı ve tamir etmeye de çabalamıyordum.

Perdeleri duvara sıfırlamıştım. Hatta dışarıdaki sesleri aza indirgemek için camı dahi kapatmıştım. Kendimi filme kaptırıp çocukların masum hallerine inanmış, saflıklarına özenmiş, ayakkabıyı bulabilecekler mi diye onlarla aynı merakta izlemeye devam etmekteydim. Derken bir yanımda kaşıntı. İki. Üç. Düşman ben hazırlık yaparken içeri girmiş, nasıl ki ben sehpaya soframı kurduysam o da beni gözünde koltuğa yatırmıştı. Bir sivrisineğe huzurumu emanet edecek değildim. Kocaman ellerim ve müthiş hızımla onunla baş edebilirdim. Ama film öyle güzeldi ki bölmek istemiyordum.

Önce ekranın önünden ellerim kollarım geçti. Kalkmadım. Gitti zannettim. Darbelerden birini alıp ölmüş olacağını düşündüm. Ama düşman bir değil iki de olabilirdi. Emin değildim. Sonunda muhtelif yerlerin kaşıntısı ve sızısı artmaya başlayınca ayağa kalkmaya karar verdim. Tavana vurdum. Vızzzzz... Duvara darbe... Vıızzzz.... Oraya, buraya derken bildiğin takıntı halini aldı ve öldürmeden filme dönemez hale geldim. Kısa süre sonra ortada hiç ses kalmadı. Ama cesette yoktu. Durum yeterince rahatsız ediciydi. Neyse dedim, belasını benden bulmasın. Ben filmime devam edeyim. İki dakika geçmeden tekrar tepemde vızzz ha vızzz!!

Bu aleni savaş ilanı dedim ve başladık kovalamacalara. Biri çabuk pes edip duvara suret oldu. Aslında durum üzücü görünebilirdi. Eğer bu bir sinema filmi olsaydı, bende şizofren bir kadın karakter, birden hıçkırarak ağlayabilirdim. Eyvah!!! Kan kardeşimi öldürmüştüm. Damarları ya da kanı her nerede dolaşıyorsa oralarında benim A pozitif kanımı taşıyordu. Kanını yerde koymamalıyım diyerek kendime binlerce şaplak atıp ölmeyi başarabilir miydim? Ya da ne yapmalıydım. Ona makul bir cenaze töreni düzenleyip, peçeteye dökeceğim yasemin kolonyası ile duvardan alıp çöpe mi bırakmalıydım? Çok fazla film izlemeden bu kafaya hasıl olmak güçtü. Paranoya da gereksiz. Diğer düşmana odaklanıp filme devam etmeliydim. Ve olabildiğince makul olmak zorunda. Koştum, tırmandım, arada elimi bir yerlere vurup acı çektim ama yakalayamadım.


Koşturmalardan bitap düşen beden gider ihtiyacı ile tutuşunca doğru tuvalete seyirttim. Ve her insanın aklına malum yerde malum sıralarda gelen şeyler kadar yaratıcı ve tatlı bulduğum bir fikir geldi. Sivrisineği yakalayamamıştım. Hala içerideydi. Bir yerlerde lezzetli bulduğu beni bekliyordu. Ölümüne seviyordu belli ki. Her arabesk aşık kadar... Evet. Av bendim, öyleyse neden ben onu arıyordum. O bana gelecekti. Her koşulda hem de. Çünkü evdeki tek kişi bendim.

İşimi bitirip tuvaletin kapısını araladım. Klozette beklemeye başladım. Işık açıktı. A canım çok severler ışığı. Neyse az çok çok az bir zaman bekledikten sonra ses verdi.. Vızzzz! Beni avlamaya geleni ben avlarım. Önce durup hareketlerini izledim. Bembeyaz hela duvarları sayesinde dansı daha gözle görülür hale gelmişti. Erotizmin doruklarındaydı adeta. Yemişti. Belli ki doymuş, tekrar acıkmıştı. Aza tamah ederek geldiği yerden gitseydi bunları hiç yaşamayacaktık.

Vız ha vızz, vızvızz da vızz... Bir.... İki.... Üç derken baldıra kondu ve PAT!

Yeni bir sivrisinek konuk olana kadar dramaya kaldığım yerden devam edebilirdim.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

UY HAVAR!

Babamın yaklaşık kırk yıldır biriktirdiği kasetleri dinleme fasıllarına başlamış bulunmaktayım. Ahmed Arif'in kendi sesinden bir şiir kaseti de çıktı içlerinden. Okumak yetmiyormuş, onun sesinden dinlemek ayrı bir lezzet veriyor.

Çocukken babamın kasetçalara kaydettiği çocuk seslerim. Vanilya demeye ilk çabalayışım. Bozacıya ısrarla ozacı demelerim. Dijital ortama aktarınca mutlak paylaşacağım.


UY HAVAR!

Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim - leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişem ben seni...

Üsküdardan bu yan lo kimin yurdu!
He canım...
Çiçekdağı kıtlık, kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez.
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, Medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.

Namus işçisiyim yani
Yürek işçisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
Ne salkım bir bakış
Resmin çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgar
Mısra dökeyim.
Oy sevmişem ben seni...

Ve sen daha demincek,
Yıllar da geçse demincek,
Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla.

Düşün, uzay çağında bir ayağımız,
Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
Düşün, olasılık, atom fiziği
Ve bizi biz eden amansız sevda,
Atıp bir kıyıya iki zamanı
Yarının çocukları, gülleri için,
Her birinin ayva tüyü çilleri için,
Koymuş postasını,
Görmüş restini.
He canım,
Sen getir üstünü.

Uy havar!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına,
Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü!
Benim de boş yanım hançer yalımı
Ve zulamda kan - ter içinde asi,
He desem, koparacak dizginlerini
Yediveren gül kardeşi bir arzu
Oy sevmişem ben seni...


Ahmed ARİF

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bilinçli tüketici

Kapının eşiğinde beklerken
Ya da unutulmuşken varlığın
Saymaya başla ondan geriye doğru
On…
Sahilde uzanmış kumdan kaleleri yoklarken
Ya da bakışlar memeleri
Aşağı yukarı yükselen denizi hayal eder kimi
Kimi med-ceziri

Dokuz…
Yanına altı koyalım mı
Biz zaten
Yokuz

Sekiz.. Yedi.. Altı… Beş…
Yıldızlara özendi kimi
Penceredeki tekir kedi
Kendi tenceresindeki eti yedi
Edi ve büdü duruma içerledi
Ve daha kim bilir kimileri
Kimin ne bildiğinin önemsenmediği yalnız rakamlarla
Bir başka toplamların getirilerini hesaplarken akıl
Çıkartma işlemini en iyi yürek kotarır

Dört dörtlük anıların içine boşalan
Üçüncü penis
İkinci penisin kavisine yenik düşerken
Bir beden yanık tenli
Öteki gayet esmer
Sararmış fotoğraftaki dedenin bıyıklarının burukluğu
İçime titrer

Sahiden
Titrese ayaklarım
Uyuşsa meme ucum
Ya da uyuşsa ruhumuz


Şimdi


Aklıdan bir sayı tut

..
.
Şimdi bırak


Ya da tekrar
Tekrar
Ve inadına ısrar
Say ondan geriye

16 Haziran 2012 Cumartesi

Penguen

Penguen
bana sırtını dönme
biliyorum, sana benziyorum
ve içinde saklı tuttuğun yele.

Penguen
benim de içimde saklı tuttuğum
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı.

Kim bağışlayacak beni, penguen
çizdim senin beyaz ve narin yerini.

Bir yanım bembeyaz ışık
kör ediyor, bir yanım zehir gece
parktaki salıncağa binmeyi
beceremedim bugün ben de.

Penguen bana sırtını dönme.
Unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
Dünya yordu bizi. Benim de söyleyemediklerim
var. Hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
Uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu,
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile.

Penguen,
kim bağışlayacak beni
çizdim senin beyaz ve narin yerini
elimde unuttuğun ince metalle.

birhan keskin

Ayrılık

kaç gecenin çölüdür bu ayrılık
kaç şiirin dölüdür üstüme
örttüğün bu ince sessizlik
kalbim alış artık, kır kendini
kendi duvarında, sesini
kendi duvarına haykır.

tesadüfen birbirine rastlamış
başka başka aşklarsızın siz artık
geceyle gündüz gibi birbirine
ayrılmış. O ki rüzgar, bir zaman
senin çölünde kumlar uçurmuş,
o ki gece ve esmer, görmüyor
sahrayı, sesi içinde karışmış.

her ayrılıkta kendine saplanan bir hançer
kendi sabrını deneyen taş,
kendi uykusuzluğunda yatak oldun.
kül koy şimdi yanına korunun
seni kavuran onu da yakmasın.
aşkla besle kendini, gül yetiştir,
sardunya çoğalt.
ki, sen aşktan ve ayrılıktan
başka ne anlıyorsun.

birhan keskin

1 Haziran 2012 Cuma

haberin var mı taş duvar?

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..

Ahmet Arif

21 Mayıs 2012 Pazartesi

iki nokta

Muhtemel bir acının mutluluğa dönüşme şansı
Ne kadarsa
Ya da bu yazının şiir algılanma şansı
İşte o kadar

Havanın soğuğundan değil
Boşluktan
Ya alışkanlık
İşte, neyse o olduğundan

Akışkan bir beyaz kokuya hapsolanla
Üşüyen elleri sarmalayan esmer bükük elin
Hissettirdiği neyse

Eğildi başparmağın
Kırıldı düş portakalı
Kanadı etim

Annesinin memesine yapışmış
Demir gibi kuvvetli yavrunun sevgisini
Kıskanan ruhum

Ezilir yolda yürürken
Ezilir adımlarım
Ezilir devrimin aşkla anılan simgeleri

Üç anahtar kaldı
Hiç bir kapıyı açmayacak biliyorum
Hiç bir kilidi zorlamayacak geçici sahibi

Neysek oyuz
Neysek kime ne



GÖĞE BAKMA DURAĞI


İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım


Turgut Uyar

Annem.


Yağmur sendeliyor. Kararsız. İçimde tuhaf bir ürperti var. Yere kapaklanmış bir kadın feryat ediyor. Etekleri toz içinde. Kapının ardından haber bekliyor. En dayanılmazından korktuğu için teskin edilemez halde. Ya ölürse? Ruh hala bedende, çırpınıyor. Gitmeyeceğini biliyorum ama söylesem de bana inanmayacak. Sakince bekliyorum. Öyle bir durumda insan ne kadar sakinliği koruyabilirse o kadar. Kapı her açıldığında ayağa kalkmaya çalışıyor. Gözlerini içeri uzatıp bakıyor. Gözleriyle dinliyor adeta. Odadaki insanların yüzü ona durumu söyleyecek. İçerideki insanların korkularından anlayacak. Sesi çıkmıyor kapı açıkken. Kapandığı an tekrar feryadı basıyor.

Babamı bırakmam diyor.

Babam. Ben hiçbir zaman bu kadar içten baba diyemedim. Babam o kadar erken gitti ki hayatımdan, sevgisini üzerimde hissedecek zamanı yakalayamadım. Kapının önündeki ben olsaydım baba diye haykırırdım sanırım. Bir harf insanın ömrünü ne kadar değiştiriyor.

Acil servis koridorunda yaşanan büyük acılar, sanki içeride yatan hastaların acılarını hafifletiyor. Herkesin canı kendine kıymetli muhakkak. Az önce inleyen hastalar sessizce neticeyi bekliyorlar. Herkesin kulağı kapıda. Yetmişlerinin sonunda olan kır saçlı dedenin nefes almaya çalışırken çıkardığı horultudan başka ses yok. Doktorlar kapıdan çıkıp diğer hastaların yanına dağılmaya başlıyor. Baba ölmemiş. Tekrar sesler yankılanmaya başlıyor. Renkler maviye dönüyor tekrar. Herkes daha iyi gibi. İyileşmek kötüden hallice olmak demek acil serviste.

Güvenlik görevlisi bahçedeki ağaçlardan topladığı erikleri getiriyor. Hayat olağan akışında devam ediyor. Her hastanın yanında sadece bir refakatçinin olmasına izin verdiklerinden, kalan daha az dereceli yakınları bekleme odasında oturuyorlar. Tavanda asılı televizyonda magazin programı var. Meraklı onlarca göz ekrana kilitlenmiş durumda. Durumu daha az aciliyet taşıyan hasta yakınları hayatın nabzını hastanede bile sağlamca tutmaya çabalıyor. Çok ünlü şarkıcının kocasının aldığı villalar ve üst model arabaların fotoğrafları geçiyor ekrandan. Büyük puntolarla ederlerini de yazıyorlar daha anlaşılır göstermek ya da daha değerli kılmak için. Aynı şarkıcının yıllar önce beyin kanaması geçirirken ekrana taşınan görüntüleri akarken, herkes mutlaka o pahalı hediyeleri hak ettiğini düşünüyor.

Kapının önünde babasını bekleyen kadının çevresinde görünmeyen puntolarla sevgi yazıyor. Artık kimse bakmıyor ona. En değerli hediyeyi aldı nasılsa. Onaysız oturuyor.
Yağmur artık karara bağladı durumunu. Son büyük temizliğini yapıyor gürüldeyerek. Yerler ışıl ışıl. Demlenmiş çayın kokusu günün gelecek saatlerini mutluluğa döndürmek için gönül çeliyor. İki şekerli olsun diyorum. Ve iki tane.
Daha tarlamı alamadım diyor. Tahlillerinin olduğu kâğıtları çıkarıyor cebinden önce. Nane şekerlerini. Sonra küçük bir kâğıt. Çocuk gibi telaşlı katladığı kâğıdı açıyor. Kâğıdın köşeleri lekelenmiş. Belli ki uzun zamandır cebinde taşıyor. Define haritası gibi bir şeyler çizmiş. Buraya güllerimi ekeceğim. Buralarda domates, soğan, yeşilbiber olacak. Evin kabası yapılsa yeterli! Bahçedekiler büyümeye başlarken yavaş yavaş onu da hallederiz.

Annem. Hayatla ilgili büyük hevesleri olmadı onun. Gerçekleşmeyeceğini bildiği hayalleri kurmaktan yorulup istemekten mi vazgeçti, hiç mi istemedi bilmiyorum. Tanıdığım kadarıyla istemedi. Değer verdiği şeyler hak edilmiş olanlarıydı genellikle. Çiçekleri hep çok sevmişti. Adı gül bahçesi demektir. İnsan adıyla yaşar derler ya, o da hep çiçekleriyle yaşar. Sabah gözünü açar açmaz mutfağa koşturur bir bardak su içer. Sonra sürahiye tepeleme su koyup balkona yönelir. Kimseyle konuşmadan, günün ilk kelimelerini söylemeden önce çiçeklerine dokunur, onları besler. Elinden çok ruhundaki bereketten muhakkak, onun elinde solan çiçek görmedim yıllardır. Yol kenarından kurumuş dalları toplayıp ektiğinde bile yeşertir. Benim için kahverengi, anlamsız bir çalı büyüdüğünde adını yine ondan öğreneceğim bir güzelliğe dönüşür. Hangisine ne kadar su vermek gerektiğini deneyimlemiş, güneşe ihtiyacını da kavramıştır. Yerleriyle oynar, sevip okşar. Yaprağını dökenle konuşur.
Anneler evlatlarının büyümeleriyle övünür genelde. Bu bana çok ama çok gereksiz gelir. İnsan övülmese de varlığı ve yaptıklarıyla zaten hak ettiği değer ya da ederi neyse yakalar. Sözle övgü insanı yersizleştirir. Zaten insanın kendi tohumunun şekline müdahale hakkı yoktur. Kattıklarıyla da ne kadar böbürlenmeleri gerek bilemiyorum.
Annem çiçeklerinden biri büyüdüğünde hemen seslenir. Kızım koş çabuk buraya gel komutuyla yanına vardığımda genelde benim için anlam ifade etmeyen bir saksı ve çiçek önüme sunulur. Anlatır da anlatır. Çok konuşmayan annemin bir çiçeğin büyümesine duyduğu telaş ve kurduğu cümleler hayatla ilgili neşesini gösterme biçimi sanırım. Ben çiçekten çok, çiçeklerin ona kurdurduğu ümitli cümleleri severim. Sevgisine, yüzündeki parıldamaya özenirim.

Bugün annemin kalbi çok acımış. Sabah yanına hastaneye koştum. Telaşla çorap giymediğim için sorularımdan önce ayağıma takıldı. Ayakların üşüyecek neden böyle geldin! Üşümüyor anne dedim ama aldırmadı, ayağındaki çorapları çıkarmaya çalıştı. Sedyede onu öylece görünce aklıma çiçekleri geldi. Ben çiçekleri onun kadar sevmezdim.
Saatler geçince kalp sıkışmasının mide sancısı olduğu ortaya çıktı. Kalbi yılların kırıklığıyla tamire ihtiyaç duyabilirdi. Mutlaka yaraları çoktu ama hala sapasağlamdı. Tüm huzurum doktorun dudaklarından dökülen cümlelerdeydi.
Hayatta çok insan sevdim. Kimini kusursuz adımlarla çabalayarak, kimini kontrolsüz…
Doktor tüm sonuçları inceleyip güzel haberi verdiğinde hastaneden eve doğru yola çıktık. Midesine kısa zamanda baktırması gerektiğini söyleyen doktora ufak bir baş hareketiyle tamam demişti. Aktara uğrayıp kendine otlardan bir karışım yapıp midesini iyi edecekti. Anlamıştım.

Kapıdan çıkar çıkmaz yine yere eğdi başını. İyi misin annem dedim.

Ama senin ayakların üşüyor dedi.

Bana çocukmuşum gibi davranmasına kızmadım. Gülümsedim.

Her anne kadar güzeldi. Adı Gülşen.

Sevgisiyle ısınıyordum, onu bilemedi.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

alsana gözlerimi


Benim tam sekiz gözüm, otuz iki kulağım, yüzlerce ayağım var. Bazen gözlerim hiç bir şeyi görmez oluyor. Kulaklarım duymaz. Ayaklarımda derman kalmıyor. Çığlık atıp deliler gibi koşturmak istiyorum yollarda. Düşmekten korkuyorum. Sendeliyorum.

Derken öteki gözlerim devreye giriyor. Benim görmediklerimi benim yerine görüyor. Duymaktan kaçındığım ne varsa kulağıma fısıldıyor. Omzumdan kavrayıp beni zorla bir yerlere çekiştiriyor.

Sonra ne mi oluyor?

Ben daha mutlu hissediyorum. Daha dayanıklı hale geliyorum. Çekilmez yanlarımı sevmeye başlıyorum. Eldekilerin kıymetini bilmek gerektiğini daha iyi kavrıyorum. Adım adım özgürlüğüme yaklaşıyorum.

Bana parmağını doğrultarak her zaman haklı olamazsın aptal diyor. En sevdiğim de bana bunu söylerdi. Şimdi gözlerimden akan yaşlar onun cümlelerini yumuşatsa da ben onun sözüne değil haklılığına ağlıyorum. Bazen kendimize bile kabul ettiremediğimiz cümleleri, akışları bir başkasının dudaklarından dökülürken görmek, durumun vahametini anlamamızı kolaylaştırabiliyor. Yardımdan da öte aslında, düpedüz onlar olmasa çöp tenekesinden farksız olabileceğimizin ayırdına varıyorum.

Birileri doldururken, kızlar temizliğe yardıma geliyor.

dirhem

Şimdi bir yeni sevda mı olur
Kimsenin kapını çalmadığı bir inziva mı
Tutar sıfırdan başlarsın
Yoksa bu ilişkiler bu zaaflar
Seni yiyip bitirir, seni yiyip bitirir
Dirhem dirhem azalırsın.

Yüksel Ünal

5 Mayıs 2012 Cumartesi

bir tek dileğim var...

Buradaki son gecem. Tuhaf, hiç üzüleceğimi sanmıyordum. Yeni gelenlerin beni istemeyecekleri kesindi ve ben bu tavra kendimi alıştırmıştım. Nedense ansızın yükselen bir acı kaplamıştı benliğimi. Korktuğumdan olsa gerek. Ait olduğu yerden uzaklaşan herkes muhakkak böyle düşünüyordur.

Tam otuz küsür sene geçmiş üzerinden. Düşünüyorum da bu evde görmediğim köşe kalmadı. Hanımım beni her yılın çeyreğinde muhakkak başka bir yere yerleştirirdi. Bazı yerleri diğerlerine nazaran çok sevdim. Güneşi daha iyi kucaklayabiliyordum. Hakkını yememem gerek. Beni mutlaka ön planda tutardı. Diğer mobilyalara göre daha cafcaflıydım. Kolçaklarım altın tozu ile cilalanırdı. Öyle her gelen misafirin izinsizce kıçını yerleştirdiği koltuklardan değildim. Hanımım beni kimseye emanet etmezdi. Eğer birine üzerime oturma izni veriliyorsa gelen konuğa değer verildiğini anlıyordum.

Ömrüm boyunca sayamadığım kadar çok kumaş değiştirsem de neyse ki omurgama kimse dokunmamıştı. Sapasağlamdım. Eskiler her zaman daha güçlüdür. Ancak bunu gel de şimdikilere anlat.

Hanımım öldüğünde evi talan ettiler. Duvardaki saat dakikalarca gözyaşı dökmüş, inlemekten neredeyse sarkacını düşürecek hale gelmişti. Onu yatıştırmaya çalışan varaklı ayna duruma el koymak istemişti ancak başaramamıştı. Karşısına geçip bir an olsun ona baksalardı geçmişi gösterecekti onlara. Bu evde daima huzur olmuştu. Sadakat, özveri ve şefkat. Gözlerinde her birimiz demodeydik. Bize aldırmıyorlardı bile. Ama ayna sessiz sedasız çekip gitmeyi kendine yediremedi ve taşımacılar tutup kaldırdığında kolçaklarından sıyrılıp kurtulmaya karar verdi. Onu hayata bağlayan çivileri yerinden oynayıp yere atladı. Kırılan cam sesi anılarımızın üzerine lanetini bırakarak sessizliğe gömüldü.

İlk kez karanlıktan korkuyordum. Gelen arabalar tüm arkadaşlarımı bilmediğim yerlere götürmüştü. Salonun ortasında yapayalnızdım. Yeni getirdikleri eşyaların üzeri naylonlarla kaplıydı ve konuşmuyorlardı. Gençler ne kadar ukala oluyorlar Tanrım! İçlerinden biri bir söz söylemeye kalktı. Sarıldığı naylondan ne dediğini tam anlamamıştım. Merhaba dediğini varsayarak cevap vermek istedim. Ne de olsa görgü kurallarına önem veren, edepli biriydim.

- Hoş geldiniz! Ben Sebastian.

Naylonun hışırtısından tam olarak ne işittiğime emin olamıyordum. Ama kulağa hoş gelmeyen şeyler söylediği kesindi.

- Güle güle Sebastian. Seni hiç mi hiç özletmeyeceğiz!

Birden naylona sarılı tüm mobilya ve aksesuarlar kahkahalarla gülmeye başladı. Naylona çarpan seslerinden ürkmüştüm. Acımasızlıkları beni hüzne boğmuştu. Ben, bu evin en eski, en kıymetlisiydim. En azından kendi ırkımın bana saygı duyması gerekmez miydi?

Sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar ve beni unuttular. Kendilerine yer seçiyorlardı. O ötekinin dediğini beğenmiyor, her biri evin en güzel köşesini hak ettiğini nedenleriyle sıralıyordu. En çok yandaşı olan sanırım İsveçliydi.

Kendi hüznüme dalıp düşünmeye koyuldum. Nereye gönderilecektim? İyi durumda olanlarımızı depoya göndermekten bahsetmişlerdi. Güneşli pencere önlerine alışan bedenim, deponun karanlık, küf kokan rutubetli havasına alışamadan çürüyüp gidecekti. Bir şeyler düşünmeliydim. Ama zamanım yoktu.

Birden hanımım aklıma geldi. Mutsuz olup umutsuzluğa düştüğü gecelerde yaptığı gibi dua etmeye karar verdim. Tanrı yıllardır sadakatle hanımına bağlı kalmış bu koltuğun haline acıyıp onu kudretli nefesiyle onurlandırabilirdi. Hem daha önce ondan hiç bir ricada bulunmamıştım. İsyan etmemiştim. Gün ışıldayana kadar sessizce dileğimi tekrarladım. Lütfen olsun diye ekledim her tekrarın peşine. Beni biraz seviyorsa onun için önemsiz bu dileği yerine getirirdi. Onun kaleminde olmaz diye bir şey yoktu nasılsa.

Kolçaklarımın ağrısıyla uyandığımda görünürde hiç bir değişiklik yoktu. Haykırmak istiyordum. Ne olur bu evde kalayım, kimsenin sevmediği en dip yer bile olur. Yaşımın bana verdiği gazla geçmişteki hadiseleri de anlatmamaya söz verirdim. Hiç konuşmazdım.Yeter ki ait olduğum bu evde kalayım.

Evde dolaşan yeni hanımım sağa sola bakınıp, kendi kendine söyleniyordu. Birilerine telefon açıp yardıma gelmelerini istiyordu. Bu kadar mobilyanın naylonunu sökse dahi monte edemeyeceğini anlatıyordu.

Koşuşturmaktan yorgun düşmüş olsa gerek, oturacak bir şey aradı. Açıkta bir tek ben vardım. İstemeye istemeye yanıma gelip usulca üzerime otururken içimden Tanrıya son kez yalvardım, dileğimi kabul etsin diye.

Ve Tanrı olsun dedi. Kadının kıçını yerleştirmesiyle penisim harekete geçti. Saniyeler öncesinde bana aldırış etmeyen kadın üzerimde zevkle inliyordu. Ürkütücü inlemeleri boş duvarlarda yankılanıyordu. Bende alışık olmadığım bu zevkin tadını çıkarıyordum.

Kendine gelip ayağa kalktığında şaşkınlıkla bana baktı. Ancak koltuk aynı koltuktu. Elleriyle uzun uzun yokladı ancak bir anlam veremedi. Delirdiğini düşünmüş olsa gerek. En iyisi bir kahve içip kendime geleyim diyerek mutfağa yöneldiğinde Tanrı'ya teşekkür ettim; bana sadece hanımım üzerine oturduğunda aktif hale gelen görünmez bir penis hediye ettiği için.

Yardıma gelen arkadaşları beni kaldırmaya çalıştığında çığlığı bastı. Ne kadar zevksiz bir koltuk olduğuma ikna etmeye çalışsalar da gitmemi istemedi. Aile yadigarı olduğumdan, onu atarsam uğursuzluk getireceğimden bahsetti ama tılsımımdan söz etmeye cesaret edemedi.

Bende her yiğit gibi köşeme çekilip ses etmemeye karar verdim.

düş

Neden oldu diye düşündü kadın. Anlam veremediği bir duyguydu ne de olsa. Aslında sadece bir cümleyle noktalandırabilirlerdi geceyi. Ama öylesine rahatlardı ki. Ve gece bitsin istemiyorlardı.

Günlerdir uyuyamıyordu. Ensesindeki nefese, avuçlarındaki ter kadar alışıktı. Köpek bile sahibinin elinden yediği ilk lokmada alışıyordu ya gitmek istemiyordu. Tan ağarınca nasılsa ayrılacaklardı. Suç kadar masumiyette de ortak olmaya karar kıldılar.

Bir şeyin başlayacağına inancı olmayan iki kişi, sade ve yalnızca kelimelere sığındı. Kadının alevi adamın rüzgarına dalgalandı. Derken bakış değişti, renk değişti. Yalnızca bir adım. Adam öpüyor, kadın sevişiyordu. Yağan çiğ taneleri altında çoğalan adama baktı kadın. Başkalaşmıştı. Güç, iktidar, kanunsuzluk yok olmaya başlamıştı.

Susuyordu dal. Suskunluk suça karışıyor, gücü yankılanan müzikle isyana çağırıyordu.

Paslı bir çiviyi yerinden söken el kadının memelerini okşadı. Düşünde savurduğu saçları şimdi adamın omuzlarına düşüyordu. Bin aklın kaldıramadığı yükü, silip atamadığı endişeleri, bir kokunun geriye itelemesi onu hırslandırıyordu.

Balık kokan düşleri yere atmıştı avcı. Saçlarına Tanrı'nın bahçesinden koparılmış bir çiçeği iliştirmişti. Titrek sesli rüzgar yeni tohumlar ekmiş, en bilinmedik koku ruhunda yer etmeye başlamıştı.

Aşk hep acıdır.

Durulan suyun sesi yerini sorulara bırakmaya başladığında kelimeler gaddarlaşır. Temizliğin sunduğu bereketli anlar bir düşten öteye geçemez. Her nasılsa ve neyse kenara itilir. Ve o kadar uzun süre orada durur ki endişe dahi edilmez varlığından.

İlk ötelemede gitmek gerekir. Durmak daima yaban.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Yeme me numa yeme me

Gün doğmadan yola düşüp, sırtındaki çantanın verdiği bel ağrısı yetmezmiş gibi koca arabadaki onlarca malzemeyi odaya taşıyorsun. Gün başlayacak ve yine bildik saçma telaşlarla akacak. Alternatif kelimesi anlamını yitirecek. Bunu bildiğinden kol saatine olan ilgiyi sıfırlayıp, bedenin gücü yitene kadar ilişkini üç noktalıyorsun. Gecenin ilerleyen saatlerinde gitme isteği tavan yapana kadar gözlerin ona yabancı.

Fabrika işçileri gibi yemek kuyruğuna geçip bir şeyler dolduruyorsun tabağına. Bir yandan gözleriyle seni tekmeleyen üçüncü reji asistanı eşliğinde afiyetsiz bir yemekle oynaşmaktasın. İştahın kabarık ya da durgun olsa da kendini zorlayıp bir iki lokma yemeye çalışıyorsun. Gün uzun olacak besbelli, enerji depolamak gerek. Derken yine aynı cümleleri duymaya başlıyorsun. Delirmek an meselesi..

(Dudak bükerek, sesli harfleri uzatarak okumanız gerekli ki durumun vahameti artsın)

- Yaaa bu ne biçim menemen. İçindeki domatesler neden böyle kocaman?
- Bunda tuhaf bir koku var. Ighhhh içinde tereyağı var sankiğğ
- Onu yiyecek misin sen? Geçen yine bunların yemeği gelmişti, için böyle nal kadar tel vardı. Yeme arkadaşım. Bozdu kendini bunlar da...

Bir de yeme onu, nasıl yiyorsun onuuuu cümleleri sıralanır ki eyvah eyvah!

Ben hep bu anlarda küfür etmek istiyorum işte arkadaşlar. Edemeyip devam ediyorum gözlerinin içine baka baka o ayrı. Ulan evinizde orada olan kahvaltılık malzemelerin hangisini bir anda sofrada gördünüz? Hadi gördünüz de salatanın kabuğuna kadar eleştirecek gücü sabahın köründe nereden buluyorsunuz? Onu da geçelim, nedendir bilmem edepsizlik sıralamamda daima üst sıralarda olan bir durum var ki; senin beğenmediğin yemeği o saniyede iştahla yiyen bir adam olabilir. Onun keyfini, zevkini neden bölüyorsun? Defol git yemezsen yeme! Şikayet etmek istiyorsan git ilgili yere et. Ama çatalında parça parça böldüğün o yemeğe ihtiyacı olan, belki keyif belki mecburiyetten o yemeği mideye indiren adama niye saygılı olmuyorsun.

Yemek işi zaten yeterince zor. En basiti annelerimiz bile her gün ne yemek pişirsem diye kara kara düşünebiliyorlar. Evdeki çocukların yeme zevkleri bile çoğu kez birbirine uymuyor. Biri soğan sevmez, öteki kızartma ister. Biri haşlamaya sevdalı. Düşünsenize en az elli aç karnı doyurmanız gerek ve her birinin mide mastürbasyonunu da tamamlamanız! Bir insanı memnun etmek ne kadar güç, varın gerisini siz düşünün.

Bu konuyu neden bu kadar sorun ettiğime gelince; okulda da buna benzer durumlar yaşamışlığım var. Öğle arasında birileri köfte ekmek yerken ben simit yerdim. Köfteyi her gün yiyen öğrencilerden değildik anlayacağınız. Bir de bu olay Sultanahmet'te geçiyor diyelim de tam olsun. Köfte mübarek bir şeydir oralarda:) Genelde aptal bir kız aradan çıkıp 'yaaa sen onla nasıl doyacaksın? Hem susamları kıllı elleriyle atıyormuş adamlar. O fırından bişiiey yenmez...' sanki usta köfteyi steril eldivenlerle yoğuruyordu. Taşaklarına sürse nereden bileceksin der bende onun iştahını kapatmak için elimden geleni yapardım. Klasik ergen buhranları ve tipik tepkiler.

Koşun abi kız kavgasııı diye eklersek tam olur:)

Simit ayranla geçen lise yılları, üniversite yollarında yerini dürüme bırakmıştı. Ama birileri hala aynı telaşlı kafadaydı. Yemeğe müdahale edip, dünyaları kurtarıyorlardı sanki. Sanki bize giren, onlardan çıkıyordu. Telaşlarını yine anlayamıyordum... Fonda gazoz müziği çalar gibiydi...

- Abi iki buçuk liraya dürüm mü olur? Etin kilosu kaç para? Kesin içine başka şey koyuyordur! Yoksa dükkan batar.

İçinize dürüm kaçsa bu kadar söylenmezsiniz arkadaş! Nedir bu yenilenin, içilenin takip edildiği ufak hesap hali?

O nedenle kanaatimce dost başa düşman ayağa bakar sözü tamamen literatürümüzden kalkmalıdır.
Çünkü düşman yemeğe göz dikmiş durumdadır.

Naçizane önerim şudur. Elbetteki bazı yemek iğrençtir. Bozuk çıkar, içinden kıl çıkar. Ha kadın çıksa yine bu kadar hadise yaratılmamalıdır. Usulca, efendi gibi tabağını bırakıp kalkarsın. İnsanlar sorarsa tadını nasıl buldun diye o zaman Ayşe Beder kıvamındaki yorumlarına elbette saygı duyacak birileri çıkar.

İşte o zaman cansın, canansın.


Afiyet şeker olsun.

1 Nisan 2012 Pazar

La Llorona - Türkçe Çeviri Denemesi

nehirden aşağı gitme çocuk
oraya yalnız gitme
hüngür hüngür ağlayacak kadın için, ıslak ve vahşi
öyle kuvvetli ki sen onunsun
o güneş battığında ağlıyor
ay yaşlandığında feryat ediyor
bebekleri için ağlıyor, kalanlar ve ölenler için
soğuk suların boğdukları için

hain bir aşk tarafından terkedilmiş
öfke ve nefretle dolu
uçurumun kenarından savrulmuş

ve onların alınyazısına bırakılmış
gece ve gündüz, onların çığlıklarını duyar
bugün hala tepesinde gibi
onların işkence edilmiş yüzleri rüyalarını doldurur
dinlenmeleri için kalbini onlara verir


Sanırım bunları demek istiyor ya da ben böyle çevirebiliyorum :)

Devamı da gelecek.

Sevgiler efendim

28 Mart 2012 Çarşamba

Nazım Hikmet / Ben Senden Önce Ölmek İsterim

Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor…

27 Mart 2012 Salı

Kayna kazanım kayna...


Aslında Necef Uğurlu'nun veda mektubu ile uğurlamak istemiştim ama bir türlü bulamamıştım.

Veda etmemiştik. Bu defa etmemize de gerek yoktu. Öyle ya çok sık veda eder olmuştuk birbirimize. Bitişini onurlandırmanın bir manası da yoktu nasılsa.

Sahi ve sakin bir son oldu. Yarası kabuk bile tutmadan, derilerimiz eski rengini aldı.

O bir konuda çok yanıldı. Ben bir yanılgıyla sonsuz yamuldum. Savaşçının kitabındaki cadı gibiydim ben. Kimse inanmıyordu ama görüyordum. Hissediyordum.

O olmadan da çorbanın tadı gayet güzeldi. Huzura daha yakın, aldanmaya epey uzak bir yol vardı önümüzde. En azından yalancı olmayacaktı. Gözleri yeşil kadın da avcı. Kazan nasılsa bir şekilde kaynardı.

Ya sonra..

Bir rüya gördüm. Bir kızla sevişiyordu. Ne de mutlu inliyordu üzerinde. Güzelim evlatçıkları dökülüyorken tazenin bedenine. Gece değil gündüzdü. Oradaydım ama beni görmüyordu.

‘O bir rüya aptal kadın. Yapmadım’ diyen sesi duymayacağım için mutluydum. Aslan dağa küsmemiş, küsse de dağın zerre sikinde olmamıştı ya ondan:)

Başka bir şehirde mangal kokusuyla yeşeriyordum. İnsanlara güvenmeyi öğreniyordum. Ve nihayet bitti, topu doksana attı diyordum.

Çok mutlu olsun diye dilediğim mutluydu.

Zerre sorun yoktu.