12 Aralık 2010 Pazar

Kamyona Ağıt


Reklam panoları sarmışken dört tarafımızı, baktığımız her yer satış kokuyor. Devletin gelir kaynaklarından biri şüphesiz. Baltalamak ne haddimize, lafımız sözümüz yok. Otobüs durakları, bina yanakları, meydanlara dikilen direkler, otobüs tutacakları, duvar bacakları buram buram reklam kokuyor. Türlü yaratıcı aktivite ile tüketicinin gönlünü çelmek için açıkhava reklamcılığı havalandırılıyor. E tamam tüketim çağındayız. İnsanları alışverişe teşvik edecek araçlar şart. Bunlara yasak ya da sınırlama yok. Doğru mudur? Varsa da başka yeri satıp, kiralayıp gözümüze gözümüze sokmuyor musunuz reklamlarınızı, sloganlarınızı, cümlelerinizi. Ömrümüzün neredeyse iki yılını saçma reklamları okuyarak, izleyerek, görerek yaşamaya zorlanıyoruz.

Otobüste giderken köprünün üzerine giydirdiğiniz panoları okuyoruz. Şunu yaptık, bunu yaptık yazıyor. Helada otururken kapının arkasında bile rahat bırakmıyorsunuz. Orada da reklam yayınlanmasına izin veriyorsunuz.

Onu al, bunun gibi ol, şu olmadan yaşayama... Al... İçine dışına, ellerini poşetlerle doldur. Tüketmezsen tükenirsin. Sen ne biçim bireysin... Poşedi kafana geçir. Nefessiz kal. Boğul hatta...

Bildiğiniz gibi Türk Ticaret Kanunu, Avrupa Birliği Uyum süreci kapsamında makyaja alındı. Ve müjde; kamyon arkası yazıları artık yasak. Tarihe karışıyor kamyoncu abilerimizin bağrından kopan cümleler.


Değişen maddeye göre tüm toplu taşıma araçları yasaktan nasiplenecekmiş. Merakım belediye otobüslerinin reklamlarla donatılmasının bu yasaktan muaf tutulup tutulamayacağı oldu hemen.

Yahu her şey düzene girmiş sanki ülkede, kamyon arkası yazısı ya da toplu taşıma araçlarındaki iki cümleye mi ilişti gözünüz? Zaten on yıllardır çözülemeyen, göçlerin etkisiyle sürüleşen şehir insanlarının hızına yetişemeyen yollarda trafik hakim. Yüzü gülümseten cümleleri neden katlediyorsunuz? Tamam, belki gözü yoruyor diyen olur. Çirkin diyen olur. E kardeşim kamyonları, otobüsleri, dolmuşları tek kalıba soktunuz, kılıflarını değiştirdiniz diyelim. Peki içindekileri, aracı kullanan adamları nasıl gizleyeceksiniz? Onu uyuma nasıl zorlayacaksınız? Uyumlu hale getirebilmek adına sunduğunuz çözümler nelerdir? Yani aklıma korkunç şeyler geliyor. Bir gün birisi çıkacak Avrupa Birliği Uyum Süreci kapsamında yasaklanacakları açıklayacak...

Önce ülke insanımıza yaraşır mantıkla kıyafetlerimizi değiştiriyoruz. Modern görünümlü, modanın, teknolojik nimetlerin en yenilerine vakıf insanlarımızı alıyoruz. Dışımız tamamdır. Süperiz. Mükemmel olduk. Bildiğin Avrupalıyız her birimiz. Hatta çıkalım bağıralım holigan ruhumuz coşsun. Avrupa Avrupaaa Duy Sesimizii diyelim...

Dedik.. Sıra geldi içimize. Kokuşmuşuz, gerideyiz ya. İçlere Avrupalılık aşılamak lazım gele. Avrupalı dediğin ne dinliyordu... Hımmm dur bakalım. Şunu yasaklayalım evvelinde...

"Dışı eli içi beni yakan vatandaşım... Arabesk müziğin her türlüsü uyum süreci kapsamında yasaklanmıştır. Bundan sonra başta Orhan, Müslüm, Ferdi üçlüsünü dinlemek yasak. Mozart dinleyecek, Brahms özümseyeceksiniz..."

"Hala protein sevdasıyla yanan erkek vatandaşlarım... Yumurta topuk ayakkabı giyenler en yüksek para cezalarına çarptırılacaktır. Angora içlik, beyaz çorap, serçe parmak yüzük yasak..."

Balkona çamaşır asmak zaten yasaklanmıştı. Neyse ki ev hanımım, canım ciğerim hala bol yumuşatıcılı çamaşırlarını rüzgara öptürüyor. Kokoreç demişlerdi. Hala satılıyor. Onu engelleyecek neler yapılabilir; düşünüp taşınıyorlar mı, yasaklanacak mı belirsiz...

Onlarca yıl geçse değişmeyiz gibi geliyor. Temelde düzen yok ama küçük, hayatı zedelemeyen şeylerden başlıyorlar düzenlemelere. Uyum süreci kapsamında yapılacak kültürel atılımları yapmayıp, cahil insanlar yaratan akıllar, kalkıp nelerle uğraşıyor.

Alışkınız ne yazık ki. Halının altına pislikleri süpürüp gizlemekten öte bir şey değil bunlar. Evimiz daima pistir ama toz konudrmayız. Kenara köşeye baksanız neler bulursunuz neler?

Jeopopilik önemi fazla olan, gelenin gidenin sömürdüğü, yorduğu, çaldığı çırptığı güzel şehrimizde daha neler yasaklanacak kim bilir...

En sevdiğim kamyon arkası yazısıyla sonlandırayım en güzeli. Kim bulduysa, hangi akıldan çıktıysa saygıyla selamlıyorum.

"Bu arabada 450 beygir, bir de eşek çalışıyor."

Evlat Törpüsü


Eve gelecek kişi önemseniyor. Haftalar öncesinden davet edildiğini bildiklerinden ev halkı huzursuz. Evin annesi mutlu. Ama şüpheleri yok değil. Başına iş almış olabilir. En azından sekiz evle bağlantısı var gelecek kadının. Evde gördüğü herhangi bir aksaklığı başkasına anlatırsa evin hanımı geceleri uyuyamaz, sinir krizi geçirebilir, yanlış anlaşılabilir. Ön hazırlık şart!

Temizlikçi kadın öncesi anne telaşı bahsettiğim. Hani temzilikçinin ve ev hanımının ortak çalıştığı, hanımın daha çok yorulduğu, amacından sapan çabalama. Evinizin temizliğine yardımcı olmak, sizin yükünüzü hafifletmek için gelen yardımcının evi temiz bulması için annenizin kendini hırpalaması. Sizin engel olamadığınız durum.

Eğer dönemlere ayıracak olursak, orta gelirli bir ailenin yılda ortalama 4 defa temizlikçi çağırdığını görürüz. Bunlar;

1- Büyük Yaz Temizliği,
2- Büyük Kış Temizliği,
3- Ramazan Bayramı Temizliği,
4- Kurban Bayramı Temizliği...

Ha bunlar harici temizlik yapılmıyor mu evlerimizde? Pek tabii ki yapılıyor ancak bu temizliklerin ortak yanı evin tümüyle talan edilmesidir. Temizlik bittiğinde evde çamaşır suyu, kezzap ve arap sabununun kardeşliğini temsil eden koku tüm evi sarar. Bu sayede ciğerlerinize dolan oksijen, hijyen seviyesinin en üstlerinde dolanır. Anne çığlığı ve kararsızlığı ile şahsiyet alanınız daraltılır. Eşyalarınızın her biri annenizce uygun bulunan yere, tozu alınarak konulmuştur. Aradığınız hiç bir şeyi bulamazsınız. Bulduklarınız da eskisi gibi değildir. Temizlik sonrası, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Sinir krizinin eşiğine geldiğiniz anlarda annenize suçlu muamelesi yapar; düzensiz, dağınık ve pis insan olmakla suçlanırsınız. Suçlamalara aldırmayıp çıkışırsanız, annenizin gözyaşlarıyla karşılaşır geri basarsınız. O sadece evi temizlemiştir. Suçlu olan sizsinizdir. Alında ne yazıyorsa o der, susup oturursunuz.

Temizlikçi teyzelerin birçok ortak yanı vardır. On kadını geri püskürtecek hızda konuşmaları, tiz ötesi sesleri, evin çocuklarına hükmetmeleriyle üstün performans sergilerler. Elleri çabuktur. Anneniz bir yandan o diğer yandan evde koştururken siz anlamsız bakışlarla verecekleri komutları beklersiniz. Verilen komutlarda mantık aramak hatadır. Avizenin üstünü cilalamam gerektiğini duyunca, yahu orayı kim görecek demiştim de yemediğim laf kalmamıştı.



Neyse efendim. Annemiz temizlikçi teyze gelmeden önce evde ne var ne yok kaldırmaya başlar. Bibloları suya yatırır, madenleri cilalar. İnce işleri öncesinde halletmeye çalışır. Evi süpürür, yerleri siler. Halıları kaldırır. Yıkatmaya gönderir. Camları kabaca siler. Perdeler çoktan narin programa alınmış, makina içinde dönmektedir. Evin bilgisayara yapışık uzun boylu kızı ya da oğlu perdenin geç çıkmasını diler. Perde asmak en pis işkencelerden bile daha büyük yaralar açabilir. Evin her tarafı başka tarafına bakar haldedir. Her şey makinaya atılır. Teker teker temizlenir. Dolap içleri, vitrindir, mutfaktır derken tam üç gün boyunca devam eder ön hazırlıklar. Ve o gün gelip çattığında eve kısadan, hafif topluca bir teyze gelir. Mevsim nedir bakılmaksızın evin tüm camları açılır, kışsa narinleriniz donar. Değilse de cereyanda kalır, bir şekilde hasta olmayı becerirsiniz.

Teyze eve sabah sekizde gelir. Annenizin günler öncesinden sildiği dolabı, yeri, camı kabaca siler. Kovadaki sular pislenmez bile. Bezler tertemizdir. Yıkanan çamaşırlar dolaplara yerleştirilir. Biblolar yerlerine konur. Halılar serilir. Yataklar yeni nevresimlerle buluşturulur. Anne temizlikçi teyze çok yorulduğu için ona elleriyle bol köpüklü Türk kahvesi ikram eder. Karşılıklı yudumlarlar kahvelerini. Sohbete koyulurlar...

Anne: Çok yoruldun kız Hacer. Hakkını ödeyemem...
Temizlikçi Teyze: Yok kız.. Ne pis evler var bilsen! Senin evin maşallah kolay bitti. Yoksa koca evin temizliği bir günde hayatta bitmez.
Anne: Doğru diyorsun...


Anneniz mutludur. Savaşı kazanmıştır. Evi temizdir. Temizlikçi teyzeden aldığı olumlu eleştirilerle yüzü güler. Sekiz eve çok titiz bir kadın olduğunun haberi gidecektir, temizlikçinin onayını almak bir ev hanımı için mühimdir.

Sonraki günlerde annenizin beli tutulur, karnına ağrılar girer. Bir hafta boyunca bedenine çektirdiği işkencenin farkında olduğunuzdan söylenirsiniz. Yine azar işitirsiniz.

Evlat Dış ses- Yahu bu temizlikçi zaten evini temizlemeye geliyor. Pis olacak evin. Yoksa neden temizlikçiye ihtiyaç duyalım?

Anne İç Ses- Şimdi bu ev en az 4 günde temizlenir. 4 gün parası veremeyiz. Ben önceden kabasını alırım. Son, incesini birlikte yaparız.

Her şey iç ve dış sesin çatışmasıyla başlar...

Anne Dış Ses- Ha gelsin de pisliğimizi görsün. Elaleme rezil olalım!

Neyse efendim... Farklı annelerde duyduğumuz temizlik öncesi veya sonrası repliklerimize geçip, yoğun anne çekiştirmeli yazımızı sonlandıralım...

A: Şimdi sen bu filmleri izledin. Çöpe atalım hepsini. Toz yapıyor. Üç raf açılır, oraya da şu ıvır zıvırını koyarsın.

A: Çöpü atın yoksa yatağının içine fırlatacağım şimdi hepsini (Çöp geç atıldığı için yatağa değil ama salonun ortasına cidden savrulmuştur. Gözlerimle gördüm:)

A: Şu kitaplıkta odanın rengini bozan kitapları çöpe at. Ya da birine ver. Midem bulanıyor görünce.

Yine de yaşasın anneler. Öperim tümünün ellerini...

Temizlikçi teyzeler de alınmasın. Ben çok severim onları. Derdim onlarla değil. Annelerin kendilerini etraf ne der, aman laf söz ederler mi diyerek kendilerini hırpalamalarına üzülüyorum. Budur.

Sevgiler, saygılar:)

11 Aralık 2010 Cumartesi

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

7 Aralık 2010 Salı

Elma Dersem Çık


Elektrikler kesildiği zaman ev halkı bir odanın içine toplanır, derince sohbete koyulurlar. Anne mutfaktaki işleri yarıda bırakır, evin teknoloji manyağı bilgisayarına zorunlu olarak veda eder, diğerleri de ansızın yakalandıkları karanlıkta korkuyla beklemektense diğerlerine katılır. Alışkın değildir şehir insanı elektriksizliğe. O nedenle hazırda mum bulunması da şansa bırakılmıştır. Evin en ufağını bakkala yollayıp mum aldırmayı düşünürsünüz ama merdivenden yuvarlanır korkusuyla vazgeçersiniz. Tek odada, bulduğunuz tek mumla, zorunlu romantik bir ortam yaratılmıştır. Eski defterler açılır, canlandırma zamanı geçmiştedir.

Arada şalteri kapatıp bu anın yaratıcısının eletrik idaresi olmasını beklemesek diyorum. Geçen gün elektrik gittiğinde yine bir odaya toplaştık. Annem eskilerden anlatmaya başladı...

Yirmi altı yıl öncesi. Annemin karnında, bekleme odasındaki süremi doldurmama az kala. Ha geldim geliyorum günleri. Hatırlayamadığı bir sebepten annem babama kızgın. O esnada mutfakta bir şeyler hazırlıyor. Kızgınlığı artınca pazardan aldığı poşetlerden birini kapıp yatak odasına gidiyor. Kapıyı da kilitliyor. Poşette iki kilo yeşil elma. Sinirden, açlığından, çift canlı olmanın verdiği iştaha abanıp elmaların hepsini yiyor. Sonra kısa süreli, huzurlu bir uyku molası. Derken iç ve dış yeşil elma kokuları içinde sinyal vermeye başlıyorum. Geliyorum...

Annem çığlık çığlığa bağırıyor. Babam kapıdan içeri giremiyor. Kapı kilitli. Var gücüyle kalkıp kapıyı açıyor. Yola düşüyorlar... Gecenin bir yarısı. Otobüs yok. Taksi ya da herhangi bir vasıtaya verecek para da. Güngören'den Merter'e kadar yürüyorlar. Sancılar sıklaştığında duruyorlar. Durduğunda maratona devam. Bir araç buluyorlar Merter'de birinin yardımıyla. Güzergahları aşıp Beyoğlu'na geliyorlar. İlk kez Taksim İlk Yardım Hastanesi'nde ağlıyorum.

Annem bu anıya daima şu cümleleri ekliyor. "Tüm çocuklarımı normal hastanelerde doğurdum. Seni Beyoğlu'nda doğurduk, gezmeden duramıyorsun. Hep bir özgürlük sevdası."

Doğumgünümün seneyi deviryesine az zaman kala bu anıyla tazeleniyorum. Yeşil elmayı daha çok seviyorum. Anlam yükleme sevdalısı olduğum için yeri başkalaşıyor.

Herkes annesini çok seviyordur muhakkak. Burdan da bir kere yazayım istiyorum. Annemi çok seviyorum. Keşke onu daha çok mutlu edebilsem diyorum. Hep mutlu olsun, hep gülsün istiyorum. Yavrum, kıymetlim, güller güzelim.

Herkesin anneciğine selamlar ederim, öperim gözlerden, gerdanlardan!

Elektrik kesintisini beklemeden, zamanı gereksiz kişi veya şeylere dağıtmadan, en fazlasını en kıymetlilerinizle paylaşmanızı diliyorum bir de.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Öğretmenin evladı

Sanırım ilkokul sıraları anısı. Eğitim hayatına atılalı en fazla dört yıl geçmiş, bir resim dersinde sınıf arkadaşlarının tümü gibi öğretmenimizin söylediğini çizmeye çalışıyoruz. Serbest teknik kullanım hakkımız var. Ben suluboyalarımla haşır neşirim. Yanımda sınıf öğretmenimizin çocuğu oturuyor. Annesi okulda öğretmen olan her çocuk kadar şımarık, annesinin haklarının bir kısmını paylaşır edada. Yüzünde ister çizerim ister çizmem, bana kimse bir şey diyemez havası var.

Böyle neredeyse ağzımdan salya akar biçimde, aşkla renkleri karıştırıp yeni renkler elde ediyorum. Çizdiğim nedir hatırlayamıyorum ama sanki dünyanın en kıymetli eserini icra ediyor havadayım. O derece seviyorum resim dersini. Bitince öğretmenime sesleniyorum. Bir dakika geliyorum yavrum diyor. Gelecek diye heyecanla bekliyorum. Güzel olduğuna inandığım için, bana aferin der diye gülümseyerek bekliyorum. Yanda öğretmen çocuğu. Suluboya için kullandığım suyu resmin üzerine döküyor. Gülmeye başlıyor. Ben aynı anda ellerimi yumruk yapmış, ağlamaya başlıyorum. Vuramıyorum gözüne. Mora boyayamıyorum. Annesi geliyor. Öğretmen olan. Kızım ne oldu diyor. Eeughhaeee sesi çıkıyor ağzımdan. Bir de cılız bir sesle çocuğunu işaret edip "Suyu döktü. Bozuldu!" diyorum. Gülümsüyor. Annesi de gülümsüyor. Tamam bak ağlama, yenisini yaparsın diyor. Defteri sallayıp suyunu akıtıyor. Yeni sayfa çevirip önüme bırakıyor. Öğretmen çocuğu hala yanımda. Yeni resim çizmiyorum. Ağlamaya devam. Suluboya fırçasını batırmak istiyorum çocuğa. Zarar verme isteğini şiddetle ve bilinçle istediğim ilk an bu olabilir mi? Zil çalıyor. Annesinin yanına gidip mutlu mesut sınıftan çıkıyorlar.

Eğitim hayatı boyunca şaka gibi hep öğretmen çocukları denk geldi sınıfımıza. Suluboya fırçam hep yanımdaydı ama birini öldürmedim. Ortaokul'da Fizik Öğretmeni'nin oğlu Eren vardı bir de. Neyse ki o şımarıklık yaptığında ağzına patlatabiliyordum. O nedenle biri çıkıp annemin öğretmen olduğu okulda öğrenim gördüm dediği an önyargılarımdan kurtulamıyorum. Aklımda şişirilmiş notlar, cetvelle tanışmamış eller, önceden bilinen sınav soruları geliyor.

18 Kasım 2010 Perşembe

Masum Kurt ile Oyunbaz Menekşe'nin Karşılaşması

Karsız çam ormanının derinliklerinde, şelalenin bitiminden sola dönünce, sekizinci ağacın köşesine gelindiğinde minik bir menekşe karşılardı misafirleri. Gününü gün eder, istediği an farklı renkleri giyinirdi. Hiç bir yolcu aynı kostümle görmemişti minik menekşeyi. Güneş doğduğu zaman karalar bağlar, yağmurlu havalarda sıcak sarımsı renklere bürünürdü. En sevdiği renk hiç şüphesiz mordu. Asil ve etkileyici bir hava yakalamak istediğinde hemen bu renk kıyafetlerini sarınıyordu. Gelen kişinin önemli biri olup olmadığını hemen anlayıveriyordunuz.

Yaprakları konusunda son derece kararlıydı. Her zaman açık yeşili tercih ederdi. Tonuyla hiç oynamaz, yalnızca arada tozlarını alır, parıldamasını artırırdı.

Bu minik oyunbaz menekşenin heyecanını hep tepeden seyrederdim. Bu arada merhaba demeyi unuttum. Ben şelalenin bitiminden sola dönünce, minik menekşeyle karşılaşmak için dönmeniz gereken sekizinci ağacım. Sekizinci ağaç olmakla çok övünürüm. Uğurlu rakamım sekizdir. Hatta gövdem ismime ve uğuruma sadık kalsın diye gövdeme uyguladığım özel diyetler sayesinde yalnızca sekiz kola ayrıldım. Neyse bu benim hikayem değil. Biz en iyisi minik menekşenin masum kurt ile karşılaştığı güne dönelim.

Uykusuz geçen bir gece sonunda şelalenin sesleriyle güne başlamıştım. Dördüncü dalımın gönderdiği sinyallerden anladığım kadarıyla yabancı biri görünüyordu uzakta. Yorgun, yaralı, neredeyse ölmek üzere olan bir kurttu bu. Ormandan ayrılıp şehre inmiş, her şey insanlarla karşılaşınca olmuştu. Kurt ormanda öylesine yalnız kalmıştı ki bedensel açlığını önemsemiyordu. Bütün masallar onu kötü anlatmıştı, kimse onu iyi anmamıştı. Arsızca av peşinde koşup masum insanlara zarar verdiğine, doymak bilmez iştahıyla herkesin yemeğine göz diktiğine ve uyanık olduğuna inandırılmıştık. Tıpkı insanların söylediği gibi. Bütün ormanın aşağıladığı, güvenmediği bir hayvancıktı kurt. Ben de duygularımdan emin değildim. Güvenmek istiyordum ancak kabuklarıma zarar verir, derimi tırmalar, çizip kanatır diye ürküyordum.

İşte korkunç yalnızlığını sonlandırma isteğiyle çare arayıp, gecenin karanlığında ağlaya ağlaya gezerken, oyunbaz menekşe ile karşılaşmış masum kurt. Ben de sekizinci ağaç olarak olaylara bizzat şahit olmuşum.

"Hey! Islak tüy! Kessene sesini. Uyuyamıyorum." dedi menekşe.

Oyunbaz menekşe masum kurttan korkmamıştı. Tuhaf yaratıktı menekşe. Etkileyici ve büyüleci olduğunun farkındaydı. Kurt onunla ilk kez doğrudan konuşan biri olduğu için umutlandı. Küçük, şımarık birine benziyordu ama tercih yapacak durumda değildi.

"Özür dilerim minik menekşe. Gözyaşlarıma dur diyemiyorum." dedi kurt dudak bükerek.

Gece gece nereden geldi bu aptal yaratık diye düşündü menekşe. Gözyaşlarından tüyleri ıslanmış, daha çirkin, daha sevimsiz görünüyordu. Şimdi yıllardır biriktirdiği ne varsa anlatıp canını sıkmasın hem de sabah gözleri mor kalkmasın diye hızlıca başından savmaya karar verdi.

"Senin dilini konuşmayı bilmiyorum. Sana yardım edemeyeceğim için üzgünüm. Eğer beni anlayabiliyorsan durma şehre koş. Orada insanlar yaşar. Herkesin dilinden anladıkları söylenir. Hem seni burada kimse sevmiyor. Ağlamaların boşuna. Git onlara ağla. Belki biri seni eğitmeyi kabul eder. Böylece hem karnın doyar hem de yalnızlığın son bulur."

Masum kurt ışıldayan gözlerle menekşenin sözlerini tamamlamasını bekledi. Kalbi mutlulukla dolmuştu. Umut en amansız hastaların bile ilacıydı her yerde.

Masum kurt menekşenin yanına sokuldu. Ona duyduğu minneti göstermek istiyordu. Aynı dili konuşmadıkları için üzüldü. Onu öpmeye karar verdi. Ama daha önce hiç öpüşmemişti. Dilini çıkarıp, yapraklarını yaladı. Menekşe kurt onu yalayıp, salyalara boğarken çığlığı bastı.

"Seni gerizekalı ucube. Defol git!" dedi.

"Seni korkutmak istemedim minik menekşe. Sadece teşekkür içindi." dedi masum kurt.

"Teşekkür etmek istemiş... Leş kokan ıslak dilini narin yapraklarıma ne hakla sürüyorsun?"

"Kızma miniğim. Dediğin gibi şehre gidiyorum. Hem baksana! Dediklerimi anlayabiliyorsun artık. Aynı dili konuşabiliyoruz. Gitmesem, burada kalsam, benimle arkadaş olur musun?"

Menekşenin yaprakları ürperdi. İlk kez yalan söylerken yakalanmıştı. Evet kurtlar çok uyanıklardı. Ama onu çekecek hali yoktu. Sevgisi ya da sabrı.

"Bak kurt. Sana kimsenin veremeyeceği kıymette bir hediye sundum. Onu al ve hemen buradan git. Eğer sana bu öğüdü verdiğimi duyarlarsa beni hemen öldürürler. Renklerimi soldurmak istemiyorsan benimle bir daha asla konuşmamalısın." dedi menekşe.

"Ama neden? Ben size bir kötülük yapmadım." dedi kurt.

"Bunun kararını ben veremem. Bana güzellik, onur ve hayat ışıltısı sunulmuş. Sana da arsızlık, riya ve uyanıklık. O nedenle sen hayatını bu değerlerle yaşamasan da anılacağın sıfatlar bunlardan farklı olamayacaktır. Ya insanların arasına karışıp köleliği kabul edersin ya da ormanda korkunç ızdırap çektirecek yalnızlığı. Seçim senin. Fakat bir daha tek kelime etmeyeceğim." dedi menekşe.

Kurt mutlu mu mutsuz mu bilemeden yavaş adımlarla menekşeden ayrıldı. Eğer bir tehlike varsa onu da buna dahil etmek istemiyordu. Ama üzülüp vazgeçer, arkadaşı olmayı kabul eder diye elinde olmadan yavaş ilerliyordu. Menekşe hiç oralı olmadı. Yapraklarına sarındı, uyur gibi yaptı.

"Ormanda seni kimse sevmiyor. İnsanların arasına karışmayı denediğin an avlarlar seni. İnsan kendinden daha kötüsüne tahammül edemediği için seni de yok edecek. Böylece densiz vakitlerde uykumu kaçıramayacak, uğursuz sesinle ritmimi düşüremeyeceksin." diye düşündü menekşe.

Kurt yavaş adımlarla başladığı serüvene koşarak devam etti. Şehre kadar durmadan koştu, koştu, koştu.

Şehrin girişine vardığında o kadar halsiz düşmüştü ki gölün kenarında uyuya kaldı. Bir süre kestirip, gün ışıldayınca insanlara merhaba derim diye düşündü.

Düşünde dost insanlar, kurt komşular gördü. İletişim sorunu yaşamadan onu aralarına almış, dans ediyorlardı. Daha önceleri hiç duymadığı bir melodi eşlik ediyor, kahkaha sesleri yankılanıyordu. Birden rüyada olduğunu anladı. Uyandığında etrafını saran küçük insanlar gördü. Masum kurt canının yandığını hissetti. Küçük çocuklar üzerine taşlar fırlatıyor, küfürler yağdırıyor, yetmezmiş gibi bir de büyük insanları yardıma çağırıyordu. Sadece uyumuştu. Uyumak kötü bir şey miydi?

Ne yapacağını bilemez halde koşmaya başladı. Canı öylesine yanıyordu ki durup durumu anlatmaya korktu. En iyisi sakin bir yere gitmekti. Ne de olsa ilk kez karşılaşmışlardı. Yabancı birini görünce her kim olursa şaşırabilirdi.

Önde kurt, arkada küçük insanlar kovalamaca devam etti. Ara sokaklardan küçük insanların iki katı büyüklükte devasa insanlar da kovalamacaya katılınca kurt korktu. Durmaya karar verdi. Sarışın küçük çocuk halimden iyi biri olduğumu anlar diye düşündü. Sarışın çocuğun yanına gidip durdu.

"Merhaba küçük dostum."

Çocuk avazı çıktığı kadar bağırıyor, gözlerinden korku akıyordu. Çocuğun babası elindeki kazma sapını kurttan yana savurdu. Kurt son anda fark edip kafasını sola yatırmasa ölüyordu.

"Seni mendebur. Yemek için oğluma mu göz diktin? Geberteceğim seni." dedi çocuğun babası.

Kurt insanların onun dilini anlamadığını fark etti. Üzüldü. Belki gülümsemesini görürlerse dost olmaya çalıştığını anlarlardı. Dişlerinin tümünü sergileyecek şekilde sırıtmaya başladı.

"Dişlerini gösteriyor. İçimizden birini yemek için gelmiş. Silahı olan yok mu? Vurun şunu!" dedi kalabalıktan biri.

Masum kurt gülümsemeye devam etti. Güldü, sağa sola sevgi saçtı ancak insanlar ellerinde sopalar, kazma sapları ile etrafını sarmaya devam ediyordu. Tehlikeli bir şeyler olduğunu anlaması uzun sürmedi. Ormana geri dönmeye karar verdi. Belki de yanlış şehre gelmişti. Minik menekşe hangi şehre gitmesi gerektiğini söyleyebilirdi belki.

Kalabalığa çarpa çarpa dönüş yolunda koşturmaya çabaladı. Taşlar atılıyor, sopa darbeleri bir sıyırıp bir denk geliyordu. Bana insandan da ümit yok diyerek ağlaya ağlaya, uluya inleye koştu, koştu, koştu.

Ormana vardığında yorgun, yaralı ve bitkindi. Ne zamandır üzüntüden yemek yemediği de biliniyordu. Menekşe onu şehre yollamasaydı acısı daha da büyümezdi. Belki gizlice onunla konuşup, yalnızlığını giderebilirdik. Şimdi masum kurt hem yaralıydı hem de acılı. Ormanda öğrendiğim ilk kural şuydu; eğer birinin yarası varsa, acı çekiyorsa ve ona yardım edecek kimsesi yoksa, ondan her türlü kötülük gelebilirdi. Ve bunun adı kötülük diye adlandırılsa da sergilenecek en olağan duygu buydu. Yani masumken onu kurt kimliğine sokan bizlerdik. Ormanın yaşayanları. Hain menekşesinden tut, ona yuva olmayan ağaç dalına kadar. Kötülük gerçek değildi. Normal olandı kimi zaman.

Kurt acısına yenilip ağlayarak öldüğünde çok üzüldüm. Keşke ona önceden yardım etseydim. Sadece olanları izlemeyip, oyunbaz menekşe onu kandırırken daha kötüleriyle karşılaşacağını fısıldasaydım. Ama keşkeler, olsaydılar geriye getirmeyecek masum kurdu.

Yine de keşke diyebilsek bazen. Olmaz ya değişebilse bir şeyler, şunları diyebilseydik ve olsaydı;

1- Masum görünen menekşe ile kurnaz görünen kurt hiç karşılaşmasaydı.
2- Görüntülerimiz daima içimizi yansıtabilseydi. Menekşe bu kadar güzel olmasaydı ya da kurt böylesine ürkütücü.

Bir aslan miyav derse
Minik fare kükrer elbette

Aslan,
Sütünü içse artık
Fare,
Deliğine çürük etleri taşısa

Kenarda kurusa kasımpatılar
Duvardan akıyorken yağlı boya

Gözleri hangi farla gölgelerse
Üstüne hangi kalemle hat çekse de
Halkaları kapatamıyor hain fısıltılar

Morumsu
Ve de sarı
Yeşilimtırak
Hatta
Tataaaa

Sahnede bir garip deli
Eskilerden kalma oyunu sahneliyor
Masum
Korkak
Aşk var avuçlarında
Kanıyor elleri

Rengi kırmızımsı
Göz akı en pakı
Tertemiz
Safça

Diğer yanda kunduza emanet bir düş
Ön ayağıyla tutuveriyor kanalı
Şehre su gerek
Damlayla başlar her canın serüveni
Yıka ellerini

Sulu sepken altında sevişmesek
Çok yorgunum
Üşüsek biraz
Ellerimiz üşüse
Yetmediği yerde
Donsa ayaklarımız
Derman olmasa Çin battaniyesi

Şehre yeni yol yapacaklarmış
Yolun önüne denk düşeni yıkacaklarmış

Aslan miyavlama sütünü iç
Doyursana karnını minik fare
Leş kokan lezzetli eti acı sosla harmanla
Peyniri çalan sahibene aldırma

Dün
Geceye karış
Yarın
Harmana başla

7 Kasım 2010 Pazar

Helva Yapsana!!


Para üstü olarak sakız veren bakkala, tavuk sosu veren kasap katılmıştı. Esnaflar Birliği Örgütü, son toplantılarında esnaflara bu öğüdü vermiş olabilir miydi? "Para üstü olarak verdiğiniz her tavuk sosu, sakız veyahut 10 ila 50 kuruş arası ürün, gün sonunda size asgari 10 TL'lik gelir sağlar." Mantıksız değildi. Kimse sakız ya da tavuk sosunu geri çevirip kuruşunun hesabını yapmıyordu. Ya da gazetelerde şöyle haberlere hiç rastlanmamıştı;

"Para üstü olarak verilen sakızı bakkalın suratına fırlatan genç, dükkanı yağmaladı. Nöbetçi mahalle delikanlıları tarafından mahalle kahvesinde ifadesi alınan genç olayı şöyle anlattı; Bakkaldan sigara almaya gitmiştim. Bir keresinde 50 kuruş eksik diye sigara vermemişti. O günden beri kıldım kendisine. Sigaramı aldım. O da ne? Bozuk para kalmamış dedi sırıtarak. Elime beş adet falım ciklet tutuşturdu. Dişlerinde sarı lekeler var evlat. Sakız çiğne rengi açılır dediğinde çılgına döndüm. Ses çıkarmadan kenara geçtim. Beşini birden ağzıma doluşturup, yumuşayana kadar çiğnedim. Sonra da fırlattım işte"

Ya da...

"Geri alamayacağını anladığı 50 kuruş için Hayal Et Kasabı'nın sahibi Murtaza Hakbilir'den 50 kuruşluk kıyma çekmesini talep eden E.S. adlı genç kadın dehşet saçtı. Her gün bir yerlerde zorla satılan 50 kuruşluk malların yıl sonunda aile bütçesine derin darbeler indirdiğini iddia eden çılgın kadın..."

Neyse... Kimse ses çıkarmadığına, tüketici hakları konusunda bilgi sahibi olmadığına göre Esnaf Birliği Örgütü'nün yeni öğüdünü dinlemek yerindeydi. Küçük esnafı kurtarmak ve yaşamını sürdürmesini sağlamak bu küçük hesaplara bağlıydı.

Sinsice oyuna getirildiğimizi anlıyorduk ancak sesimizi çıkaramıyorduk. Kuruşun hesabını yapan cimri müşteri sıfatıyla adlandırılma korkusuyla yaşar olmuştuk. Raflar tavuk sosuyla... Ceplerimiz sakızla dolar olmuştu. Ama bunun kuru neyi yoktu. Sevgilinize kur yaparken ağzınız akmasın kokmasın diye kötü anların engelleyicileri işlevini görüyorlardı.

Cengaver bir müşteri bir gün bakkaldan içeri girdi. Dilediğince alışverişini yaptı. Sıra ödemeye gelince, yıl boyunca cebinde biriktirdiği sakızları, bakkalın tezgahına çıkarıp saymaya başladı. Her biri 10 kuruş olarak hesaplanınca toplam 82 adet sakızdan 8.20 TL'lik bakiye elde ediliyordu. "Al bakkal efendi. Bu senin diyetin!" diye haykırdı cengaver kadın. Bakkal utanç içinde boyun büktü. Bir daha kimseye zorla sakız vermeyeceğine and içti. "Var evine git yiğit müşteri. Sakızlar da hediyem olsun" buyurdu.

Olay tüm ülke çapında büyük yankı uyandırdı. Mahalle teyzelerinden memleketteki akrabalara, komşu kadınlardan, köy kahvehanelerine yayıldı. Yurdun dört bir yanında sevinçle haykıran tüketicilerin çığlıklarını duyar olmuştuk. Alışveriş yapmaya giderken kılıçlarımızı kuşanır olduk. Kenarda biriktirdiğimiz kötü gün bozukluklarıyla hesabımızı küsüratıyla kapatıyorduk. Çocuklar gibi şendik müşteri tayfası olarak. Esnaf birliğinin örgütü olursa, müşteriler de kumbaralarına yaslanırdı... Bozuk para çıkışmayınca üstünü sakızla ya da tavuk sosuyla ya da da cebimizde ne varsa tamamlamaya çalışıyorduk. Sonunda elbirliğiyle ülkeden bir sorunu kovmuştuk. Hatasını anlayan uyanık esnaf ticareti ahlakıyla yapar oldu.

Hayatımızdaki tek eksiklik sakızlardan çıkan ucuz hayal fallarını okuyamayıp, kafalarımızı bulandıramayışımızdı. Çok merak eden olursa, gönül rızasıyla sakızını ücretini ödeyerek satın alıyor, çiğniyor, fallanıyordu. Hayat tüm zorluklara rağmen billur gibi akıp gidiyorudu.

Günler geçiyor, sinsi oyunlarına devam eden örgütler, birlikler kimlik değiştiriyordu. Şifacı bacılar yok olmuş, alimler zalim olmuştu. Gökten üç al elma düşmüş, üçü de oracıkta çürümüştü...

İnsan bedeni eskiyordu. Marazlanıyordu. Hastane yoluna düştükten sonra bedeni iyi edecek ilaçları almak için eczaneye koşuşturduk. Bozukluklarımızı evde unutmuştuk telaşımızdan ama önemi yoktu. Eczacı okumuş adam ya da kadındı. Küçük hesaplarını büyükmüş gibi gösterirdi.

Şifamızı alalım dedik. Para üstü yine üstümüze üstümüze geldi. Kasada bozuk eksiği vardı. İnci gibi dişleriyle esnaf gülüyüşü sergileyen şirin kadın "Bu da bizden olsun. Para üstü çıkışmadı." dedi ve iki adet aspirini poşedin içine savurdu.

Karnım ağrıyordu. Konuşamamıştım. Şunları demek istedim. Hasta olmasaydım da söyleyemezdim gerçi. Ne Kayseri'liydim ne de 50 kuruş için hakkını arayacak insan modeliydim. Cebimde bir sakızım bile yoktu. Vahtım, yazık insandım. Bir kere " Bu da bizden" ne demek oluyor kardeşim? Lütuf mu bu? 50 kuruşun karşılığı olarak iki adet aspirin verdin. İlaç ulan bu! İlaç!! Belki o akşam karnım şiddetle ağrıyacak ve ben o ilacı alacağım. Hadi daha kötü oldum. Gece ameliyata almaları gerekti. Baygındım. Bilincim kapalıydı. Anneme sordular; "Aspirin kullandı mı?" diye. Bizim evde Aspirin yok. Annem de yok almamıştır dese... Şimdi fazla takıntı ediyorsun diyeniniz de çıkar ancak arkadaşım Aspirin kullandığı için ameliyat tarihi erteleneni biliyorum. Tamam kolay ulaşılabilir bir ilaç, şifası da fiyatına göre bolca olabilir ama bu sakız değil, tavuk sosu değil. İlaç ulan!! İlaç!

Tamam 2 adet Aspirin'den bu olur mu demeyin. Bunlar yan etkileriymiş;

(Vikipedi'den alıntıdır)

Asetilsalisilik asidin en sık görülen yan etkisi sindirim sistemi üzerinedir. Doza bağımlı olarak gastrointestinal hemoraji, ülserasyon, tinnitus, vertigo, geçici işitme kaybı, kanama zamanının uzaması ve nadiren lökopeni, trombositopeni, plazma demir konsantrasyonunda düşme görülebilir. Ayrıca nadir olgularda aşırı duyarlılık reaksiyonları olarak kaşıntı, ürtiker, anjiyonörotik ödem, astma ve anafilaksi görülebilir.

UYARILAR

Astma, nazal polip veya nazal allerjisi olanlarda dikkatle kullanılmalıdır. Uzun süre ve yüksek dozda kullanımında ılımlı bir salisilat intoksikasyonu görülse de, dozun azaltılmasıyla kaybolur. Salisilatlar tiroid fonksiyon testlerini değiştirebilir. Karaciğer harabiyeti olanlarda, ayrıca cerrahi müdahale geçirecek kişilerde dikkatle kullanılmalıdır. Gebelerde kullanım güvenliği kanıtlanmadığından önerilmez. Süt veren annelerde kullanılmamalıdır.

Alnımızda ne yazıyorsa o. Bundan böyle susup oturuyorum. Esnaf amcalarım; bakkal, manav, kasap artık ne verse kârdır der geçiyorum. En azından sakızın benim bildiğim bir yan etkisi yok. Dolgu dönemi gelen diş olur arasına kaçarsa bilemem. Diğer tarafla çiğneyin kardeşim.

Benim memurum, eczacım, esnafım işini bilir. Varın gerisini siz söyleyin.

- Zaman itibariyle bugün pazar! Para üstü ilaç olayı yaklaşık iki ay önce Ankara'da gerçekleşti. Neden şimdi yazdığıma gelince; karnım ağrıyor da ilaç kutusunda iki adet Aspirin buldum. Bizim evde Aspirin olmazdı diye düşünürken aklıma geldi.

Bir de şu. Bir şarkı vardı hani. Bakkal Amca, Bakkal Amca... E ne var?.... Unun var mi, şekerin var mi? E helva yapsana diye soruyordu bir müşteri görünümlü Mahmut Tuncer. O ne kadar saçma bir talepti?? Esnaf kardeşlerimize yüklenen görevleri de düşünmeli, haklarını savunmalıydık o zamanlar. Bir esnaf nesli o şarkılarla büyüdü, müşteri daima haklıdır, ne talep etse hakkıdır diyerek piknik tüplerle helva yapar olmuşlardı. Çıldırttılar esnafı ondan böyleler şimdi. Ah gidinin zamanları... Haklar ufak ufak gitmeden peşinden koşulmalı. İpin ucu kaçtığında sesiniz çıksa da gürültüden başka bir şey sağlanamıyor.

Merak edenler için o talepkâr şarkı şuradadır efendim;
http://www.youtube.com/watch?v=cO6orXdQPi8

Bir klibi vardı bakkal amcanın oynadığı ama onu çok arayamadım. İlginizi çekerse bir hamlede bulmaya gayret ediniz.

Hepsi bu.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kasım yanılsaması


Geçen gece öldüğümü zannettim. Nefes alamıyordum, kalbim yetmiş yaşındaki birinin kalbi gibi sıkışıp buruşuyordu. Komik bir ıslık sesiyle, beni katletmek için kovalayan onlarca veletten kaçmaya çalışıyordum. Tuhaf bir yerdi. Aydınlık olmasına rağmen iç karartıcı bir hal alıyordu. Birileri vardı tanıdığım. Yardım etmeden kenarda öylece bekliyorlardı. Gülmüyorlardı, konuşmuyorlardı, bana bakmıyorlardı. Duygusuz bekleyişler.

Uyan kadın! Rüyaymış. Kâbusumsu! Film beni beklemeden kaldığı yerden devam ediyor tabii. "Who can kill a child?" filminin sesleri eşliğinde, uykuya dalan bünye, dış sesleri rüyaya adapte ediyor. Yıllar evvel bir yerlerde okumuştum. Çok yorgun ya da stresli uykularımızda, dışarıdan gelen sesleri rüyaya adapte ediyormuşuz ya da o seslerle yeni görseller oluşturuyormuşuz. Örneğin telefon çalıyor. Siz o sırada şelalede yüzüyorsunuz. Birden şelale telefon oluyor. Şelaleyle iletişim kuruyorsunuz. Sabah kalkınca da efe gibi anlatıyorsunuz. Gece şelaleyle konuştum, kesin bir yerden para akacak. Efendim güçlü bir gaz çıkartıyorsunuz. Rüyaya dev şimşekler, dağların yıkılması, deprem... artık sizin zihninizde güçlü ses hangi imgeyi yaratıyorsa o... Sonra yine anlatıcı rolündesiniz; "Nasıl bir ses ama anlatamam!! Deprem mi olacak acaba??"

Osurdun arkadaşım. Hepsi bu.

Şimdi hangi rüyanın dış seslerin etkisiyle oluştuğu ya da bilinçaltının ürünü olduğunu ben bilemem. Bilene danışmak lazım her şeyi. Herkes kendi rüya tabirini kendi yapsın en iyisi. Ülkede bir de öyle bir inanış var, rüyalar herkese anlatılmaz. Gündüz niyetine dersin. Kötü olanlarını anlatacağın kişiyi iyi seç. Yoksa gerçek olur. Rüya alemi karışık. Kendi adıma benim gördüğüm rüyalar genelde çıkar der kaçarım işin içinden. Sesten mi eften püften mi oluşur kimse karışamaz. Rüyalarıma laf ettirmem.

Geçen gezinirken rüya makinası çıktı haberiyle heyecanlandım. Tabii buluşun amacı insanoğlunun değerli hayalgücü ile oluşan rüyaları izlemekten ziyade beyin hareketlerini takip etmek, gri hücrelerin çalışma şemasına hakim olmak ve gizemlerini öğrenmek. Rüya tabiri kitabı yayınlamak gibi ûlvi amaçları yok. He bu buluşu bizimkiler bulsaydı kesin rüyaların anlamlarıyla geçirirlerdi ömürlerini. Bizde falcı, büyücü, hoca alimden üstündür daima. Herkes ilim bilim diye gezer. Siz onlara aldırmayın. Yalancı insanlara dönüştük. Herkes belgesel izliyor, kitap okuma desen öyle. Çok entellektüeliz ailecek canım!


Benim ilgimi şu Japonların yaptığı rüya makinası çekti. Kişinin görmek istediği rüyayı göstermeye yarıyormuş. Şöyle tanımlamışlar; "Uyumadan önce rüyanızda görmek istediğinizle ilgili resme bakıp kayıt cihazına bilgileri verdikten sonra bu cihaz, ses, ışık, müzik ve kokularla uykunuzun REM döneminde istediğiniz rüyayı görmenizi sağlıyor. İlk önce fonda çaldığı müzikle uyumanız için rahatlamanızı sağlayan cihaz sekiz saatlik uykunun sonunda ses ve ışıkla sizi uyandırıyor."

Uyumadan şöyle hazırlık yapsam. Sabaha kadar fonda çalacak şarkıları seçsem, odaya tütsü falan koysam, görmek istediğim fotoğrafları tavana yapıştırsam. Telefonun alarmını kursam.... Rüyaları bile şekillendirmek akıl kârı mıdır? Tüketimin son hamlesi. En güzeli olsun. Sefam olsun. Şekerim geçen bir makina aldım. Ne istersem onu görüyorum. Kabus falan yok artık. Balım bademim. İnsanın aklına onlarca şey geliyor. Harem kurarım ben bu makinayla. Rüyalarda buluşuruz padişahlarla. Hayalgücü diye bir şey kalacak mı ileride acaba? Hayal kurma makinası da yaparlar mı umutsuz insalara? Geleceğin güzel olduğuna inandıran düşler kurduranı, aç, sefil insanların olmadığını gösteren, eşitlik hayali kurduran, demokratik ülke hayaline inandıran... Hayali bile güzel.

Evet ben çok akıllı olsaydım hayal kurma makinası yapardım. Düşümdüm de pek sevdim bu fikri. Kenara not alayım. Belki kenarda köşede kalmış gizli zeka potansiyelim vardır ve bir gün açığa çıkar. Belli olmaz bu işler. Dahilik delilikten türüyor gerçi. Cahillikten olsa olsa saçmalamalar dökülür.

Bu da Kasım ayının ilk yazısı. Aslında başkaca bir konu hakkında yazmayı planlıyordum ama olamadı. Konusu altı günü tükenen ayın yaşattıkları hakkındaydı. Kalan Kasım günlerinin yaşatacaklarına duyulan özlem ve muhtemel korkuların işaretlerinin takibi olarak da tanımlanabilirdi. Belirsiz kaldı. Neyse yaşayalım görelimci oldum bu sıralar. Ay sonu yazısında tüketiriz kelimeleri bu konu hakkında.

Okuyan eden var mı acaba diye düşünmeden yazı yazmak çok keyifli ayrıca. Seviyorum seni blog!

Öperim

31 Ekim 2010 Pazar

Eller Yukarı! Bu bir soygundur!

Deli mi bu çocuk diye düşünmüştüm gözlerini ilk gördüğümde. İlk günün sonunda anladım, çok akıllı olduğu için gözlerinde diğer insanlarda yakalayamayacağınız bir hareketlilik vardı. Keşfe yeni çıkmış gibi farkındalıkla görmeye çalışıyordu tüm detayları. Sessiz sakin dururken birdenbire altı yaşındaki çocuk oluyor, bir soru yöneltiyordu. Siz gevelerken yürekten dinliyor, sonrasında kısa süre kayboluyordu. Döndüğünde kendi vereceği cevabı bulmuş oluyordu çoğu kez. Cevapları yepyeniydi. Herkesin sundukları gibi değildi. Benzersiz fikirlerle geliyordu. Başkalarının cevaplarına alternatif olacak yeni cevaplar yaratıyordu. Masmavi gözlerinin renk kattığı çocuksu yüzünün havasına aldanıp söylediği lafları, başlarda geveleme olarak gördüğüm için utanmıştım. O esnada çalışıyorduk. İşi yavaşlatacak sohbetlere girmek sonrasında işin düzgünlüğüne engel olduğu için ketum kadın modelinde geçiriyordum günü. Tanıyınca hep bir şeyler sorsun, anlatsın diye etrafında döner oldum.

Aklına yatmayan bir cevap ya da sözle karşılaştığındaysa "Bütün bunlar çok mantıksız. Ben buradan gidiyorum." diyor, arkasına bakmadan dönüp gidiyordu. Sadece siz alınmayın diye lafınızı dinlemiyordu. Hatanız olduğunda arkanızdan değil yüzünüze karşı dürüstçe söylüyordu. Kendi saçmalamalarına karşı da tarafsız davranıyor, anladığı an gerisin geri gidiyordu. Küçük bir erkek sahip olduğu ruhla gözümüzde devleşiyordu.

Aklımda neler kaldı.

Otel odasında dururken oyun oynamak istemiş. Gardrobun içine saklanmış. Tam on dakika odaya biri gelir diye beklemiş. Ses çıkarmadan, hareketsiz. Malzeme almak için odaya giren birinin ayak sesini duyunca heyecanlanmış. Çok kısa bir süre bekleyip, birden dolabın kapağını var gücüyle açıp; bütün bunlar çok mantıksız, ben buradan gidiyorum diyerek odadan dışarı çıkmış. İçeriye gelen sanırım Hüseyin'di. Çok korkmuş zavallıcık. Birden ne olduğunu anlamamış. Kısa süreli şok! Neyse ki İlkay'ı görünce gülmeye başlamış o da!

Havuz başı. Sabah'ın dördü. Üç kişilik sohbet. Dinliyor. Söze karışmıyor. Sanki anne babasının lafını dinler gibi, kim konuşuyorsa yüzüne dönüp izliyor. Kısa bir aralıkta birşey anlatacağını söylüyor. Dinleme sırası bizde. Başına gelen bir olayı anlatıyor. Mülakatlarda sorulan bir soruya verdiği yanıtın elenmesine neden olduğunu düşünüyor. Uykusuzluk, yorgunluk ve dahası ile aklımda kalan cümleleri şöyle oluyor;

"Ben oraya düşüncelerimi yazdım. Çünkü bana konu hakkında ne düşündüğümü sormuşlardı. Öyle ya bu benim düşüncemdi. Düşüncenizi yazar mısınız dediğinizde insanlar düşüncelerini yazarlar. Sınav sonuçları açıklandığında mülakatımın kötü geçtiğini söylediler. Nedeni düşüncelerimmiş. E ama siz düşünce dediniz! Sizce biz ne düşünüyoruzu sorsaydınız sizin düşüncelerinizi yazardım. Saçma değil mi sizce de? Yani o sorunun puanı kaçsa cevaplayan herkese o puanı vermek zorundasınız. Çünkü siz geçerliliği kabul edilmiş bir cevaptan değil düşünceden bahsediyorsunuz. Benim beynimde oluşturduğum, düşünme biçimimin ürünü sizin beyinlerinizdekilerle örtüşmüyor diye nasıl olur da eğitim hakkıma engel olursunuz. Gerçekten çok saçma. Mantıksız. Anlayamıyorum."

Ve sahilde dili dışarda dolanan bir köpeğe su vermeye gidişi. Üşenmeden kalkıp elindeki pet şişeyle köpeğe su vermeye çalışırken, köpek hiç ilgili davranmayıp İlkay'dan uzaklaşmaya başladı. İlkay köpeğin tavrına çok alınmış olsa gerek, şezlonglardan birine oturup köpekle konuşmaya başladı; "Yaptığın çok ayıp. Biz suyu pet şişeden içiyoruz. Yadırgadın tabii. Buraya gel koyun köpek." Köpek aldırmayışını sürdürüp uzaklaşmaya devam edince sesini yükseltip; "Biz medeniyiz koyun köpek. Teknolojimiz var. Gökdelenlerde yaşıyoruz. Medeni olan biziz. Buraya gel ve pet şişeden suyunu iç. Kime diyorum?" Bu esnada şişmanca bir amca onu seyrediyor. Şezlongun ve orada duran gazetenin sahibi. Adama dönüp; "Kusura bakmayın, gazete sizin sanırım. Buyrun alın." diye uzatıyor. Adam köpekle gelişen sohbetten öylesine keyiflenmiş ki sizde kalsın çocuklar diyor. İlkay yerine geri dönüyor.

Tanımaktan keyif duyduğum umarım tekrar vakit geçirebilirim dediğim insanlardan biri oldu İlkay. Tiyatral yeteneklerinin yanında şahane bir sesi var. İlerleyen günlerde hayallerini gerçekleştirmeyi başarırsa uzun yıllar herkesin ismini duyacağı biri olacak. Herkesin ismini duyması onun çok umrunda olmayacak muhakkak. Gerçek şeylere daha çok ilgi duyan, arkadaşlarına değer veren, özenli ve disiplinli biri. Bu nedenle değişmeyeceğini düşünüyorum.



Ve bunları neden yazdım. İlkay'ın da dahil olduğu "Soygun" adlı bir grup var. Yeni şarkılarını internette paylaşıma açmışlar ve tarzı olsun ya da olmasın herkesin en az bir kez dinlemesini istedim.

Merak eder, bakmak isterseniz bunlar Soygun grubunun kimdir nedir'i;
www.myspace.com/soyguntr

Buradan da yeni şarkılarını indirebilirsiniz:
www.bubirsoygundur.com

Yorumlarınızı paylaşırsanız eminim mutlu olacaklardır.

Ve akşam başlayıp günün ilk ışıklarına kadar devam eden, o enfes doğaçlama şarkılar ve performaslara ne demeli? Grubun aynı zamanda vokalistliğini yapan Doruk'la birlikte coşmaları ve bizleri tam manasıyla gülmekten bitik düşürüşlerine...

Uzun zamandır ne o kadar gülmüş ne de o kadar mutlu olmuştum. Tekrar teşekkür ederim...

Hüseyin'in katılımıyla gelişen; babam bana pezevenk dedi'yi
Doruk'un büyüleyici sesini,
Kutusunda hissettiği şeyi ondan geriye sayarak "açan" İlkay'ın performansını,
Yine Hüseyin'in dıı Reynn, dıı reyn çığırışlarını unutmayacağım ömrümce!

30 Ekim 2010 Cumartesi

"Aramızda sessiz olmayı beceremeyen bir gerizekâlı var. "


Geçen gün Ankara'da yaşanan olaydan haberdar mısınız bilmiyorum. Minibüste yaşlı bir kadına yerini vermeyip, genç bir kıza yerini sunan yolcu cinayete kurban gitmişti. İki maganda; onlar yurdumuzda cengâverler, mahallenin bitirim delikanlıları, namus bekçileri olarak anılıyorlar ya genelde, düzene uymadığına inandıkları, kural ihlali var dedikleri anlarda kendi yasalarını sergileyebiliyorlar. Olay cinayetle sonlanmadığında genelde haklı da çıkıyorlar. Küfrediyorlar, bir nevi şehrimizin gizli kolluk kuvvetleri gibi erkeklik kitaplarında yazan maddelere göre ceza veriyorlar. Tüm ülke sınırları bunun gibi adamlarla dolu yazık ki. Toplu taşıma araçlarında, sokaklarda, işyerlerimizde sıklıkla karşılaşıyoruz böyle tiplerle. Sıkıntılarını cümleyle ifade edemeyen, yazık insanlar olarak tanımlayabiliyorum. Müdahale şansımız var mı peki? İnsanlar genelde tepki çekerim, dayak yerim diyerek susup oturuyorlar yerlerinde. Kimi zaman haklı olduğunuz durumlarda böyle insanlarla karşılaşıyor ve kibarca uyarmaya çalışıyorsunuz. Yine haksız olmaktan kurtulamıyorsunuz.

Şimdi buradan benzer gördüğüm insanlara geçiyorum. Bugün hava pek güzeldi. Sonrasında kendimizi sahile atmadan önce sinemaya gidelim demiştik. "Çoğunluk" filmine gitmeyi planlıyorduk. Türk filmlerini tercih edip, kötü çıkması halinde canımız çok sıkıldığı için şansımızı başka filmde kullanalım dedik. "The Last Exorcism" adlı filmi izlemek için koltuklarımıza kurulduk. Filmi izleyebildiğim ölçüde sevmedim. Bu filmi izlemek için sinemaya giderseniz, tercihinizi başka filmden yana kullanıp hemen vazgeçin diye öneride bulunabilirim. Dediğim gibi yalnızca bir öneri. Tamam bende çok şey beklemiyordum ama bu kadar kötüsünü de değil.

Neyse konu film değil. Efendim fragmanlarımızı izledik. Sesimizi çıkarmıyoruz. Merakla bekliyoruz. Korku filmi olduğu için ufaktan kıpırdanmalar var bedende yalnızca. Film başlıyor. Üç dakika geçmemiş henüz. İçeriye elinde patlamış mısırlarıyla bir teyze giriyor. Arka sıralara doğru güçlü adımlarla ilerliyor. Bildiğin teyze. Bunun dakikada yetmiş kelime söyleme kapasitesi var. Geç kalmış üstelik. Film de başlamış. Muhtemelen neden geç kaldığını anlatacak derken... Oturmadan konuşmaya başlıyor. Diğer teyze bir şey söylüyor. Cevaplama öncesi bir nefes aralığı. Bildiğin sohbete girişiyorlar. Olur susar diyoruz. Bu arada dakika altı olmuyor. Ben tabii sinirlenip derin nefes almalarıma başlayıp, kafamı uzatıp, teyzelere bakışlar atıyorum. Sus diyemiyorum. Neden derseniz pek gür bir sesim vardır. Diğer insanları rahatsız ederim diye korkuyorum. Belki sadece ben rahatsız oluyorumdur diye arkadaşıma bakıyorum. Arkadaşım teyzelere bakıyor. Ohh şükür susuyorlar. Filmin ilk on beş dakikasını tekrar konuşup filmi bölerler mi diye endişeyle izliyorum. İlk yarı biter bitmez ışıklar yanıyor. Teyzeler sohbete kaldıkları yerden devam. Zaten filmi ellerindeki patlamış mısırları katur kutur yiyerek izliyor olmaları bile yeterince rahatsız ediciyken susmalarına şükranla bakmıştık. Ara onlar için verilmiş gibi içlerini dökebilsinler diye dua ediyorum.

İkinci yarı başlıyor. Teyzelerde ses yok. Mutluluk budur arkadaşım. Tamam film çok kötü ama emek verilmiş. Korku filmi izliyor gibi değiliz. Bildiğin sessizce filmimize devam edebildiğimiz için mutluyuz. Ve yine bu sefer saldırı teyzelerden değil, tam ön sırada oturan sarışın hatundan geliyor. Cep telefonunu çıkarmış, sanırım mesaj çekiyor. Aydınlandığının farkında, edepsizliğinin farkında neyse ki, eliyle kapatmaya çalışıyor. Yok! Ön sırada ilahi ışıldama yansıtan bir cep telefonu. Mesaj geliyor, yanıyor. Cevap gidiyor yanıyor. Hatun derdini üç mesajda anlattı sanırım. Işık kayboluyor. Sırtına bakıyorum. Orda bir salak insan oturuyor diyorum içimden.

Delireceğim bir gün. Sinema salonu dolu olduğunda korkar oldum. Biliyorum, uyardığınızda sanki kusurları yokmuş gibi davranıp, sizden daha gür sesle vızıldayıp daha da rahatsız ecidi hale sokabiliyorlar durumu. Bu esnada ön sırada ya da gerilerde sesi hiç işitmeyen insanların gözünde ses çıkaran kişilere siz de ekleniyorsunuz. Kim neyin ne olduğunu anlamadan ortalık karmakarışık oluyor. Önlerden biri arkadaşlar film izliyoruz diye bağırıyor. Azarı size de bölüştürüyor.

Çözüm düşünüyorum. Koltuklarımızın yerini öyle böyle kendimiz bulabiliyoruz ya nasılsa. Her seansta bir görevli olsa, konuşanı dışarı atsalar nasıl olur? Olmaz mı? Ya da salonda ses algılayıcı bir başka cihaz olsa... Ekstra gürültü olduğunda perdede bir yazı belirse;

"Aramızda sessiz olmayı beceremeyen bir gerizekâlı var. "

Neredeyse her tarafımızda uymamız gereken kurallar asılıdır. Sigara içme, yüksek sesle konuşma, şoförle konuşma, telefonla konuşma, radyasyon tehlikesi, sarı çizgiyi geçme, dikkat, hede hödöö

Film başlamadan önce; değerli misafirlerimiz lütfen cep telefonlarınızı kapatın. Film başlıyor... demenin yanında, sinema salonlarının tümüne uyulması gereken kurallar asılsın. Yasaklar muhakkak tepki doğurur. Bende karşı çıkarım çoğuna ama eften püftenine bile alışmışken bunu çok görmeyin. Yoksa elime bir sprey alıp görev bilinciyle sinema salonlarına dalacağımdan korkuyorum.

Bir sinema salonunun önünde muhtemelen şunlarla karşılaşbilirsiniz yakın zamanda. Kendimi ihbar ediyorum suçu işlemeden. Yazacağım!!

"Film değerlendirmelerinizi filmden sonra yapınız!" - Bu entellere
"Blowjob yaparken konuşmayınız" Gidecek bir evi olmayanlara
"Sessizce filmini izle gerizekalı" Konuşan herkese

Sinemaya neden gidilmiyoru tartışan arkadaşlarım, filmler üzerinden değerlendirmeler yaparak halkımızın film kültürüne sahip olmayışından yakınırlar. Oysa en önemli etken şu kanımca. Bizde herkes yazar, herkes şair, herkes yönetmendir. Herkesin anlatacağı öykü vardır. Dinlemeyi bilmeyen insanlarımız çoktur. Başkasının anlattığını dinlemeye tahammülü olmayan adam nasıl susacak. İlk önce yapılması gereken, birşey bilmediğini yüzüne vurmaktır. Ahmak olanın gözüne sokman lazım ki vahametini görüp, gelişimi yürekten istesin.

- Otobüste giderken yan koltukta müzik dinleyen arkadaş! Bana zorla sevmediğim müziği dinletiyorsun. Kırk beş dakika boyunca ruhumun gıdası olmayan müzikle kulaklarımı tırmıklıyorsun. Sevmiyorum bu tavrını! Duyabileceğin kadar açsana şunun sesini!!

- Sen sinemada susamayan teyze. Sen sadece bir teyze değilsin. Katlettin filmi. Şimdi evinde başka teyzelere film kötü dersen; Evet, haklısın. Film kötüydü ama sen daha kötüsün teyze!

- Ve sen telefon ışığıyla dikkat dağıtan sarışın hatun! Teknolojiyi kucaklayamadığın bir buçuk saatlik aralık hayatında boşluk yaratmaz. Yaşın genç umarım öğrenirsin.

Çok çemkirdiğimde kendimi yaşlı hissediyorum. Halbuki yola çıkalı çok olmadı. Şu sıralar hep öfkeli şeyler yazıyorum. Muayyen gün yaklaştı ondan sanırım.

Söylenmeye devam. Geçen yıl yorgun geçen bir iş günü sonrası, bildiğiniz ceset gibi dolaşırken eve dönmek için otobüse biniyorum. Yorgunluğumu kelimelerle anlatamam. Tansiyonum düşüyor, görüntüler gidiyor. Çok genciz ya kimse yer vermiyor haliyle. Çünkü genç dediğin, sarsılmaz kale gibi olmalıdır, sağlıklıdır, gençlere hele ki araçta onca orta yaş üstü insan varken kadın olanına yer verilmez. İnsanlar uyuyordur ya da çok kültürlü olanları kitap okuyordur. Oturanlar ayaktakilerle gözgöze gelmezler. Toplu taşıma araçları, Gizli Yolcu Yasaları - Madde 216 - Ayakta duranlara bakma. Yoklarmış gibi davran yoksa koltuk elden gider! Nedir bu koltuk sevdası anlamadım gitti?

Neyse sonuç malum. Bir sorun var bedende. Dur şunu yere savurayım da tansiyonunu normale çekeyim diyor beyin. Kendi başına yeterli akıllı organdır. Pek severim. Kararı veriyor. Otobüste yere kapaklanan genç kadın. Ayıldığımda bir koltuğa oturtulduğumu, kısmen daha iyi olduğumu hissediyorum.

Ara duraklardan biri binse. Bildiğin hödük çıksa. Yaşlı bir teyzeyi ayakta görse... Dönse bana önce... Hey sen! Utan gençliğinden, utan güzelliğinden! dese. Burada ayakta duran teyzeye yer verilmedi de neden sana verdiler dese. Adamın biri lafa karışsa, daha "Beyefendi bir saniye... Hanımefendi" diyerek konuyu anlatmaya çalışsa... O maganda çıksa... Vayy arkadaş, bir de hanımefendi oluyorlar bunlar dese... Dinlemeden uzatsa, hırlasa... Karşıdaki adam sinirlense, siz ne diyorsunuz beyefendi dese... Bir de bana ayak yapıyor diyen maganda, höytt diyerek adamın gırtalığını sıksa... Adam cinayete kurban gitse...

Bu bizim ülkemizde olmaz diyeniniz çıkar mı?

Ne kadarımız bu denli saf?

Uzak değil arkadaşlar inanın. İçimizde canavarlarla yaşıyoruz.

Denk düşmeyelim e mi?

29 Ekim 2010 Cuma

Yüzlerinize tüküreceğim

Başlık büyük bir araklama oldu. Farkındayım ama bazen "Evet buna anca bu yaraşır!" dediğiniz an vardır ya. Sanırım o anlardan biri. Mezarlarına tükürmek çok korkutucu olduğu için, bırak tükürmeyi mezarlıklardan bile korkan biri olduğum için en güzeli kanlı canlı yüzlerine tükürmek.

Gazetelerin internet siteleri genelde magazin haberlerinin desteğiyle okunurluk sayılarını artırıyor. Tıklanma oranına göre en çok internet okunurluğu tespiti yapıldığı için siteler yumuşatılmış porno siteleri havalarında yaşamlarını sürdürüyor. "Ünlü bilmemnenin yeni silikonları", " En seksi 25 kalça", " Büyük şeyleri çok seviyor" "Mini etek tehlikeli" Bu ve benzeri başlıkların altına yayılmış onlarca fotoğrafla, düzeyli basının teknolojik sahasında at koşturuyorlar. İnternet haberciliği diyemiyorum, bildiğiniz porno müşaviri edasında yaşantılarını sürdürebiliyorlar.

Haber başlıklarının hemen yamacında yanıp sönen kalçalar, dekolteler, uçuşan etekler kesinlikle cezbedici. Yanıyor, sönmüyor ateşi. Merakınıza göre bir şey geldiğinde tıklayıveriyorsunuz. Geçen gün gündem başlıklarına bakalım. Kim kimi kesmiş, deprem ne zaman vuracak, metrobüse zam haberlerinin hemen ötesinde, " Seksi liseli kız", "Liseliler coşuyor" diye başlıklar vardı. Tık tık ben geldim. Türkiye'de çekilmediği belli olan erotik kolejli ergen fotoğrafları. Yaklaşık otuz adet fotoğraf yer alıyor bu başlık altında. Okul forması içinde çeşitli aktivitelere gönderme yapacak nitelikte pozların yer aldığı bir albüm. Kızların yaşları on dört ila on yedi arasında. Hadi ben abartıyorum, on sekiz olsun. Üniforma yaşı küçük ama. Günlerce tıklanma oranları en fazla olan albümler içinde yer alıyorlar. Elbette meraka lafımız yok, gencecik taze bedenlerin teşhiri her daim ilgi çekici olmuştur memleketimizde. Bizden namuslusu yoktur, ana bacı sevgisi denildiğinde bizden çok kimse sevgi sunamaz fakat kadına taciz, bırakın kadını hayvana taciz oranlarında başı çekeriz.

Çok geçmeden aynı internet sitesinde magazin haberi bölümü değil, gündem başlıklarında şu haberler sıralanıyor;

" Vicdansızlar! Liseli kıza tecavüz!"
"Okullarda ne oluyor?"
"Liseli genç vahşeti"

Sen git gencecik kızları akıllara cinsel obje olarak göster, onların formalarını metafor malzemesi haline getir. Sonra dürüst, tarafsız, ilkeli, ahlaklı, efendim daha hangi vizyonla sunarsan sun... Gazeteci değilsin. Bildiğin porno besleyicisisin. O fotoğraflara bakıp mastürbasyon malzemesi yakalamayı huy haline getirmeyi başaran okurların kadarsın. Ne kadar tıklanırsan, o kadar sana girsin.

Derseniz ki sadece haber okuyabileceğin onlarca site var.
Evet, yok demedim.
Madem beğenmiyorsun. Neden o gazetelerin internet sitesini takip ediyorsun.
Bre densiz. Ben gazetenin dürüst, tarafsız ve ahlaklı olduğunu iddia etmesine takığım.
İnsanlar bunları gördükleri için tecavüzcü olmuyor. İçinde varsa yapar dersen orada dur. Teşvik diye birşey duymadın mı? Ya teşhir? Ya da iki yüzlülük? Her konuyu zamanı geldiğinde kol kol ayırıp, mangalda kül bırakmayan medya kodomanları her konuda gösterdikleri hassasiyeti neden bu konuda da gösteremiyorlar? Mış, muş...

Bu memleket değil mi ki zamanında ona buna kendi bedenini peşkeş çekenin, bir gözyaşıyla "Ahlaklı kadın örneği" diye yutturulduğu, (Bedeni üzerinden geçimini sağlayan seks işçilerine değil lafım. Onlar daima dürüstler, tüketicilerine karşıyım yalnızca)

Kızını geçtik, torunu yaşındaki küçük kıza tecavüz edip, ahlaksızlığının din masallarıyla topluma yedirilmeye çalışıldığı,

İşinize ve çıkarlarınıza ters düşenin kelime oyunları ve asılsız bilgilerle alaşağı edildiği...

Basının satılık kalemleri... Aşırı hassasımsı, pudralı yüzlü, postmodern cafe insanları...

Hassas yerlerinizi tekmekelemek istiyorum! Makyajlı yüzlerinize tükürmek, ıslaklıkla akan fondöteninizin araladığı yerlerden gerçek ten renginizi görmek!

Ve unutmayın arkadaşlar. Ekranda gördüğünüz o iyi insan, süper yardımsever olarak tanımladığınız, tanımlamanız içim usta halkla ilişkiler uzmanlarının size sunduğu paketlenmiş insan programlarının çoğu gerçek hayatta lanet kişilerdir.

Ekranda görüp özümseyemediğiniz, sevemediğiniz insanlar iyi insanlardır. Yalan söylemezler, sahte gülümsemelerle sizi kandırmaya çalışmazlar. Milyonların ayarında duruş sergilemez, kendileri olurlar. İşte o nedenle sevmezsiniz.

O nedenle nefret ediyorum. Sayfalarca, günlerce taciz ve tecavüz üzerinden değerlendirmeler yapmalarını o nedenle hazmedemiyorum. Sen köşe yazarı! Diyemiyor musun, ben bu konuda duyarlıyım. Küçücük kızları, lise formasıyla sunup malzemeleştirmeyin. Tamam cinsel dünyası zengin insanlarımız olsun. Her şeyde üstünüz ya bir bu eksik kalmasın. Beslesinler toplumun bu yönünü ama sonra çıkıp ikiyüzlüce, aynı sahada nasıl oluyoru sorgulamasınlar.

Sorunlu haberciliğin getirileri olarak görüyorum ben bu durumu ne yazık ki.

Gazete ve internet gazeteciliğinde köşe yazarlarının diğer sayfadaki haberlere hele hele magazin haberlerine müdahale hakkı yoktur diyenler de olabilir.

O zaman bende derim ki sen büyük yazar; memleketteki her konuda söz söyleme özgürlüğün var da gazetende dönen kirli ve pis oyunları neden herkesten önce deşifre etmiyorsun. Müdahale etsene. Atıp tutmasana her konuda bilirkişi edasıyla. Sen evvelinde kendi çöplüğünün temizleyicisi olsana. Ben köşeme çekileyim sadece çemkireyimle olmuyor bu işler. He oluyor muhakkak, çünkü koltuklarınız hala sımsıcak. Koca popolarınız soba gibi ısıtmaya devam ediyor kış gününde deri koltuklarınızı.

Beyim! Beyiimmm. Ben götü boklu adama kız vermem. Git hamama git önce. İyice terle.

Yıkanıp gelsen de önce bir tüküreceğim yüzüne.

Sinirim geçmedi çünkü.

Sağa sola bakarken düşünülenin yazısı

Geçen gün yolda ilerlerken kuyruk acısı gibi içime oturdu iki kişinin birbirine sarılması. Yanlarına gidip durum analizi yapsa mıydım? Uzaktan yapılamıyor muydu sanki? Yerimde kaldım. Bak yavrum sen bunu onu çok seviyorsun. Sımsıkı sarılıyorsun ama o bedenini kaçırmak için fırsat kolluyor. Ahtapot tarafından kıstırılmış gibi hissediyor sarıldığında. Belki kokundan rahatsız ya da senin sevdiğin kadar sevmiyor seni.

Beden dili uzmanı olmaya gerek yok. Belli ki kendini kandırıyorsun. Dışarıdan daha kolay gözlemleniyor ya olaylar. Dahil olmak istedim. Olamayınca benim sıkı sıkı sarıldığım ama karşıda güçsüz duran bedenleri, tam tersi beni sarmalayıp benim uzaklaşmak için fırsat kolladıklarımı düşündüm. İki kişinin birbirine var gücüyle, içten sarılması zaten başka bir duyguydu. Herkese duymanın imkansız olduğu.

Tüm bunlardan bağımsız düşünülebilecek bir durum daha var. Bazı insanlar kendilerine dokunulmasından hoşlanmayabiliyor. Bu gruba dahil olanların başında annem geliyor korkarım. Küçükken her önüne geleni şap şup öpme, sarılma, mikrop kapacaksınlarla söylene söylene zaman içinde fark ettim ki beni de ister istemez tarafına çekmiş. Sarılmak benim için çok özel olduğu için mi bilmiyorum ama yalnızca gerçek anlamda sevdiğim insanlara sarılabiliyorum artık. Öyle gereksiz sevgi gösterilerinde bulunmak ya da vızıldayan kadın sesiyle "canımmm arkadaşımm" lafını onaylarcasına böğrüme basamıyorum kimseyi. Aynı şey dokunma eyleminde de geçerli. Dokunarak konuşmaktan rahatsızlık duyarım ve kişisel alanıma herkesi dahil edemem. Tokalaşmak yeterlidir çoğu zaman. Amca teyzedir, amcadır yaşlılara karşı zaafım var. Torunlarıymışım gibi ellerini öper, sarmalarım anında.

Terliyken, sigara içtiğimde ya da yüzümde bir sivilce çıktığında karşı tarafın rahatsız olabileceğini hesaba katar uzaktan selam veririm. Size doğru sevgiyle gelen arkadaşınız, sevgiliniz, akrabanız her kimse işte durumu yanlış değerlendirmesin diye de söylerim nedenini. Ama genelde şöyle gelişir;

- Şimdi söndürdüm. Öpmeyeyim..
- Amaaan canım ne olacak gel şöyle!
.....

- Terledim yahu şimdi yapış yapışım
- Gel buraya, bende terliyim zaten..

Sevdikleri içindir, çok kötü birisin diye düşünebilirsiniz. Bizim millette böyle bir anlayış var. Gribim öpme dersin. Nasıl olsa havayla da bulaşıyor der öperler. Bebeğe fazla dokunma, enfeksiyon kapabilir dersin... Amannn ben teyzesiyim ne olacak derler. Sanki milletçe üzerimize okunmuş sular, iksirler dökülmüşcesine rahatızdır. Hatta şimdi aklıma geldi, yıllar evvel bir program için gizli çekimler yapılıyordu. Otoban kenarında hayat kadını kostümüyle ava çıkan kadın haber muhabiri yoldan geçen arabaları çeviriyordu. Duran arabalardaki şoförlerlerle sıkı bir pazarlığa girişiyordu. Ardından eklemeyi ihmal etmiyordu; yalnız ben aidsliyim. Adamlar pişkince sırıtıp; atın ölümü arpadan olsun, bize bir şey olmaz gülüm diyerek araca kabul ediyorlardı kadını.

Sarılmaktan nereler bağladım yine. Neyse devam...

İlişkilerin tümünde eşit duyguları yaşamak zor görünüyor bana. Arkadaşlık olsun ya da sevgililik, bir taraf daha yoğun oluyor duygu ve anlam bakımından.

Konu sapması. Bir de şu var. Üstün ırk ya da millet olduğuna inanmıyorum. Olsa olsa üstün insanlar vardır ve bunların dili, ırkı, cinsiyeti üstünlüğünü sağlayan temel taşlar değildir. İnsan olmanın gerekliliklerinin, yıllar içinde şekil ve tanımı değiştirilse de insan olmak sadece mükemmelliklerin uygulanabileceği akıl küpü olma durumunu temsil etmiyor.

Şuna inanıyorum. İnsan özünde kötüdür. İyi olma yolunda evrim geçirmeye başlar doğumundan itibaren. Bazıları bunu başarabilir. Kimiyse başaramaz. Şu an yaşadığımız şehri göz önüne aldığımızda milyonlarca nufüsumuz var diyebiliyoruz ancak kaçının insan olduğunu bilemiyoruz.

İyi insan olmak sadece çevrendekilere iyi davranmak demek değildir. Ailene, arkadaşlarına, sevdiklerine sunduğun davranışlarla değil, sevmediğin hayatına dahil etmediklerine olan tavrın senin iyi insan olmakla ilgili duruşunu şekillendirir.

Bundan şu sonuç çıkmamalı. Herkese gereksiz sevgi gösterileri yapıp, tüm insanlığı sevelim demiyorum elbette. Ama ailemizi onlar bizi büyüttüğü için ya da alıştığımız, bizi koruyan kişiler olduğu için seviyoruz. Burada gizli bir çıkar söz konusu. Sevgililerimizi, bizi güçlü, seksi, güzel, tercih edilen ya da her neyse olarak hissetirdikleri için seviyoruz. Yine burada da gizli çıkarlarımız mevcut. Arkadaşlarımız için de benzer duyguları sıralayabiliriz. Kafa yapımızın uyduğu, birlikteyken ya da uzaktayken yalnız olmadığımızı hissettiren, sosyal yanımız her neyimizlerse yine aynı duyguyla. Gizli çıkarlarımız nedeniyle seviyoruz. Çıkar dediğin zaten gizliden gizliye gelişir elbette ancak görünenlerden çok görünmeyenlerle benim derdim. Aile konusu zaten başa bela. Arkadaşlarımla konuştuğumda anlayabiliyorum. Kimisinin annesi gerçekten kötü. İyi bir insan değil. Normalda başka insalarda kabul edemeyeceğimiz ne varsa onda var. Ama annedir, kutsaldır, bizi doğurandır. Terkedemediğimiz, sevmek zorunda olduğumuz insanlarla hayata başlıyoruz. Anne babamı çok seviyorum ancak ya benim ebeveynlerim olmasalardı yine aynı ölçüde sevebilir miydim onları? Bu denli sevgiyi hakedebilecek insanlar mı? Dürüst cevap; evet annem insan olarak da iyidir, yine severdim fakat babamı bir insan olarak değerlendirdiğimde ölçüsü geriliyor.

Hayatımızdaki çoğu şeyi gizli çıkarlarımız olarak değerlendirip nedenler bulabiliriz. Sevgi karşılıksız sunulduğu zaman daha anlamlıymış gibi geliyor. İyi insan olmak da özünde karşılık beklemeden yapılan iyiliklerden oluşurmuş gibi. Tamamen saçmalıyor da olabilirim. Emin değilim. Şu an içimden bunlar geçiyor ve yazıyorum.

Kutsal kitaplardan birinden ya da aile büyüklerinden öğrenip öğrenmediğimi hatırlamıyorum. Bir cümle kalmış aklımda. Sevdiğin şeyleri paylaşabiliyorsan eğer gerçekten iyi bir insan olabilirsini anlatmayı hedefleyen bir cümleydi. Verdiğin şeyleri senin ihtiyacın olmadığı için paylaşıyorsan bu gerçek bir iyilik değildir. Senin sahip olmaktan mutluluk duyduğun, onsuz eksik kaldığın şeyleri bile paylaşabilmek, bölüştürmek kimi zaman. Bunu başarabiliyorsan iyi bir insan olma yolunda ilerlersin diyordu.

Ben yazdığım gibi yapabiliyorum demiyorum. Bende insanım. Benim de kötücül yanlarımı sunduğum kişiler vardır. Anlayışlı olarak adlandırılırken birinin karşısına at gözlüklerimi takıp - ki bazı durumlar ve kişiler karşısında kendime yakıştırıyorum doğrusu- çıkabilirim de. Olması gerekeni yapamadığım için kendimi suçlamıyorum artık. Yapabildiğim kadarını yapmaya çalışıyorum. Yapamadıklarımın nasıl olması gerektiğini düşünüyorum. Mantıklı geleni de yazıyorum işte.

Bu yazı çorba gibi oldu ama bilirsiniz ki çorbayı pek severim. Anlatabildiğime emin değilim, olmamak da rahatsız etmesin sonrasında diye özetleyelim. Yazmaya çalıştığımı anlatabiliyor muyum kıvamında olsun;

- Birbirine sarılan insanlar incelendiğinde ilişkinin boyutunu anlayabilirsiniz. Sevgi ölçüm kontrolörü gibi gözlerinizi dikip bakmayın yalnız. Toplumdaki her on kişiden yedisi şiddete meyilli - sallama istatistiki verilerim, onay kodu: 3375

- Memleket insanının bağışıklık sistemi üzerine oyandığı küçük oyunlar

- Her ne anladıysanız kabulüm diyerek sıyrılmaca

28 Ekim 2010 Perşembe

Bekleme Odasında İki Kişi

Uzun zamandır hiç olmadığımız kadar yakınız birbirimize. Günler içinde biriktirdiğimiz sorunlu taraflarımızı havalandırıp, tek başımıza temizleyemediklerimize leke çıkarıcı olma halindeyiz. Ellerimizde karanfil kokulularımız. İki kadın çekiştiriyoruz ucundan ötesinden kirli çamaşırlarımızı.

Kırmızı koltukta serilmişken boylu boyunca, gözümüz kitaplığa kaçıveriyor. Bir oyun oynayalım mı diyorum. Hiç okumadığımız bir kitabı alıp rastgele bir sayfayı açalım. Oradaki gizli mesajı hayatımıza adapte edelim. Bakalım ne diyecek bize? Radyodan sıradaki şarkıyı diler gibi. Yüz kuruşluk cikletten medet umar tavırla. Biraz da edebi hayalcilik kaygısıyla. Belli ya çözememişiz. Neyse haydi alalım kitabı. O doğruyu söyler elbette.

Ve tesadüfün böylesi! Denk gelen sayfadaki kadın birine sitem ediyor. Karakterle aynı ismi taşıyorum. Olayın muhatabı gibi geriliyor sinirlerim. Yüksek sesle tekrarlıyorum cümleleri. Alkışlarla yaşıyor kimi bense oyunlarla!

Kısa sürüyor sevdası. Kapatıp yerine koyuyoruz kitabı. Karşı balkonda oturan yaşlı teyzeyi görüyoruz. Gözlerini bir noktaya sabitlemiş. Gözler gibi değil, birini bekler gibi hiç değil. Gelmeyeceklerine emin. Sadece bakıyor. Baktığı yönde ne görüyor bilinmez.

Bayram. Sömürüye açık zaman aralığı. Neyse ki kentin gözde şeker firması konuyu haddinden fazla malzeme ettiği için tekrar tekrar teyzelerin yalnız bekleyişlerini gözümüze sokmuyorlar. Toplu bekleyişler görüyoruz. Sadece bayramda değil, hep bekliyor o teyzeler. Bedenlerimiz eskidiğinde bizim de bekleyeceğimiz gibi. Kâh ölümü kâh eşi dostu. Bekleme odasında olduğumuzu unutuyoruz. Aslında doğumumuzdan itibaren yalnızca dönüş yoluna çıkacağımız anın gelmesini bekliyoruz. Kimi zaman korku, kimi zaman kabulle.

Beklemek güzel o nedenle. Uzun beklemeler diliyorum kendime ve sevdiklerime.

Hüzün çöküyor. Aradan elli yıl geçince kırmızı koltukta yalnız mı oturuyor olacağız? Karanfil kokuluları bırakıp ektiğimiz karanfil çiçeklerine mi bakacağız? Kitap okumak istediğimizde gözümüz görebilecek mi? Beklemek güzel. Kötü olan yalnız beklemek.

Huzur evindeydik bir gün. Aklımda kalan onca şey var ama en çok içimi acıtan şu konuşma olmuştu. Herkes evli olup olmadığımı soruyordu. Yok değilim diyordum. "Evlenirsen aklında olsun, çok fazla çocuk doğur." dedi teyzelerden biri. Doğur ki biri bakmazsa diğeri bakar diye öğütledi. Kenarda oturan amcalardan biri kızdı teyzenin sözlerine, başta ses etmedi. Teyze devam etti; "Benim iki tane var bana bakmadılar. Çok doğur ki biri bakmazsa diğeri bakar." Amca acı acı gülümsedi. Acı gülümseme neymiş ben o gün gördüm. "Bende beş tane var. Sayıyla değil hayırla olur bu iş. Gönlünde varsa bir tanesi yeter. Evlat olsun. İti herkes doğurur." dedi.

Herkes birinin evladı ama ortalık it dolu. Nasıl olacak şimdi?

Bekçilik eden biri gerek. Çöpçüler kör olası kalsın, bekçiler nöbette.

Neyse biz sohbetimize devam edelim. Yağmur sesi eşlik etsin en iyisi.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Çek elini kazanımdan!


Çorbanın her türlüsünü pek severim. Kelledir, işkembedir affetmem. Kesme aşı, şehriyesi, domatesi, yaylası olsun günün herhangi saati en az üç kase tüketmeye meyilli çorba sevdalısıyım. Elimden geldiğince ve yiyenlerin yalancılığını üstlenircesine iddia edebilirim ki muhteşem çorbalara imza atmışlığım vardır. Üşenmem kaynatıveririm mutfaktaki malzemeler elverdiğince. Adının ne olduğunun önemi yoktur çoğu kez. Çorbadır. Şükran sunulasıdır.

İyi de Ey hayat...

Güzel hayat!

Lan hayat!!

Neden her zaman çorba gibi karışıksın bana? Sulu şeyleri severim ben. Neden katı kurallarınla soframın kenarını eşeliyorsun?

Bok çukurunda kaynattığın lezzetli gıdalarını sun sevdalılarına. Afiyet olsun. Baldır şekerdir der geçerim de..

Uzak dur kazanımdan! Bırak cadı gibi atayım içine lama tırnağını ve büyüsüne inandığım ne varsa. Yemek isteyen soframa kurulsun. Lezzetine inanmayan senin sofrana savrulsun.

Bak hayat...
Sana iki çift lafım var: koskoca hayatsın, paran var, ömrün var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana çorbayla oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta çorbasız, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin işkembeye bile acımayan, bir damlacık sarmısağı çok gören? Anlamıyor musun hayat, bu çocuklar çorbayı seviyor! Ama ben boşuna konuşuyorum... Çorbayı tanımayan adama çorba sevgisini anlatmaya çalışıyorum... Sen büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim bey... Sen mi büyüksün? Hayır! Ben büyüğüm yani Emel Usta. Sen benim kazanımın yanımda bir hiçsin! Anlıyor musun? Bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil; ne kazanıma ne de tariflerime hiçbir şey yapamayacaksın! Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize kuru bakliyatla değil, tarhana çorbasıyla bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma soframdakilere! Dokunma baharatlarıma! Dokunma erişteme! Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Emel Usta, hiç düşünmeden atar kaynatırım kazanımda seni! Anlıyor musun? Atarım ve dönüp tuzuna bakmam bile!!

14 Ekim 2010 Perşembe

fikrim bu benim, virdim ise her lâhzada âh... sen âh-ı ateş suz'umu beyhude mi sandın

Cehennem Kraliçesi son emrini buyurdu
Yakın tüm bebekleri
Toplayın yakıcı rahimleri
Boğulsun herkes kendi çirkefinde
Unuturlar avuçlarına altınlar dökülünce
Bol bol verin, kamaşacaklar
Yalanlar söyleyin, inanacaklar
Gözlerine bakın, çevirmeyin başlarınızı
En güvenli alana bırakın tohumlarınızı

Fotoğraf
Hey sana sesleniyorum
Dondurulmuş an
İmzası geçmişin
Bir devrin
İnden çıkma ruhun gelişimini belgeleyen

İlla ki gülümserdin
Ve portakal diye seslendiğimizde
Güler görünürdü gözlerin

Görüntüler aldatmaca
Oysa sözler vardı gerisinde
Yakıcıydı bir o kadar zehirli
Kavga etmiş durulamamış
Galata gününde
Tuzu olana salata uzattığın dönemlerin akışında
Akışkanlığında hayallerin
Tutmaya çalışırken kaçardı düşler

Geri pas atardı milli takım
Kaçak, hafif oynak korkardı rakipten
Kırmızı mavili renk şaha kalkarken
Dalgalanırdı bir ses odanın kulağında
İspanya

Ateş dansa başladı
Yaylara gerilmiş koçların yağları akıyordu
Güzelim bereket yuvası bir nur gibi yayılıyordu
Kraliçe alevlere seslendi
Yut tüm pısırıkları
Yak tüm vaatleri


Şuh kadını bana bırakın
Pamuk alevlerinde pişireceğim lezzetli etini

13 Ekim 2010 Çarşamba

Daha fazla bilgi edinin

Çantasını sürekli temiz tutmayı becerebilen
Pembe rengi tekerrürle seven kadınlardan olamadım ben

Annem söyledi çok gezince
Mavi olmalıydı senin rengin diye

Cüzdanımın köşesine konuşlanmış
Kocaman pembe EGO kartın içinde
Henüz kullanmadığım dokuz bakiye
Doğduğum gün gibi ömrünü tüketmemiş

Bir daha Ankara yoluna düşecek mi ayaklar
Kayıp penasını arayacak mı küçük akıllı dev
Egonu kullanıp dokuz hakkını tüketebilecek misin kadın
Hey sana diyorum
Kadın!

Yollarında denizsiz şehrin
Gülebilecek misin tekrar

Ya da ayışığını izlerken yudumlayacak mısın
Teknede balık yancısını

Şimdi savur yine kendini tepelerine
Yedi şehir bile olmuş yedi yüz tepe
Sustur üzerinde sürekli gezinen hain melodileri
Yeni ritimlerle merhaba demeyi dene

Çalışma
Çaba dediğin ne
Tükür lama ol sende
Hata yapmaktan korkar halde yaşarken
Daha kocamanlarını kucaklama
Kus zehrini ve rahatla

İçinde boklar yüzen derenin rehabilite edilmesinin gerekliliğini fark eden kadının gelecek hayali planlaması

Puslu kıtalar atlasına bakıp
Şu an nerede olduğunu kestirmeye çalışıyorum
Göründüğü kadar zeki olmadığını bilen her kişi kadar
Saçmalama oranı yüksek bir yaz(g)ıyla seslenmek istiyorum adına

Han'ın kapısı kapanalı neredeyse yüzyıl geçmiş
Olduğum şeylerin sureti farklı gibi
Aslı olmalı herkesin
Gibilerini koy sepetine adam gibi
Ve karar verdim
Artık gibi'sin sadece
O gibi
Şuh gibi


Mavi gözlü kıvırcık etekli
Zengin züppenin koynundayken narin topların
Ellerinle pas ver gelecekteki düşlerine

Herhangi bir otobüs durağında
Ya da metronun ücra peronunda karşılaşamayacak olmanın verdiği
Bilinçli adımlarla basıyorum akbili gerekli alana

Eskisinden çok yürüyorum
Motor üzerinde dolaşırken kıçın
Ayaklarım yeşil gözlerime tekmeler atıyor
Saçlarımı koparıp tellerini yola döşüyorum
Delirmek istiyorum bir sokağında şehrin

Üst motorları bağırtmaya geçeceğin günü sabırla beklerken
Hep motorken ruhun
Hızlıyken
Arsızken
Hararetlenirdi minik kaplumbağam

Şimdi çalsın fonda şarkılarımız
İsmail Yk'dan geliyor sana
Haydi yavrum bas gaza
Bana eşlik etsin mongollar
Çığırayım Dinazor Taşşaa


Ellerimize kazıyacağımız şeyleri
Şimdi götlerimize kazısak
Estireceği hava gazın kokusunu bastırmaya yeter mi?

Bir kilo pastırma kaç lira sahi
Kokusu kaç günde çıkar

Senin ayakların kaç günde kokacak
Çürümüş etlerine ne zaman tecavüz edecek güzelim böcekler

Söyle ruhum
Anlat olanları
Ve haykır!
Bir kibrit aleviyle yaktığın evin önünde haykırırken
Konuşun odalar
Susmayın kapılar
Çerçevenin dili sustur güzelliğini,
Dök içini sende hoyrat gecelerinde aşkın

Kanatlarını aç ey tuvaldeki melek
İçinde su olan kadehi kaldır ve yine iyi dileklerini sun dünyana
Sarhoş ol bir fahişe gibi koynunda
Köpüklerini akıt iri memelerine okyanusun

Ve unut nasıldı elleri
Gibileri katlet, keşkeleri karıncala

Ve unut neler söylediğini
Kendi anlattıklarını da

Savaşacak dermanı kalmadı gecenin
Bir kurt gibi uluyarak seviş günışığıyla

Geçsin zaman.
Üç yüz altmış beş günü altı saati ömrün

Bitsin.

Üç nokta

10 Ekim 2010 Pazar

Sevgili Su Torbam...

Yine kış. İnce kumaşlarla vedalaşalı neredeyse beş gün oluyor. Tüm narinliğimizi, derilerimizin tatlı rengini cüsseli kışlıklarla gölgeleme vaktidir. Mavi, siyah puanlı tüylü kazağı görünce neşeleniyorum. Varlığını unuttuğum birçoğunu gördüğümde olduğu gibi. Kahverengi botlarım, mor eldivenlerim ve sen... Sevgili su torbam! Hâla benimle olduğun, gitmediğin ve kaynayan ruhuna rağmen su akıtmadığın için sevgiyle sarılıyorum sana. Ve rica ediyorum, aşık olunacak bir adam bulmadan patlama. Geceleri çok üşüyorum.

Seni çok seviyordum, biliyorsun. Dile gelsen, "Yazın yüzüme bakmadın hain kadın! Oysa içini her daim ısıtabilen tek nesne benim" desen kabulüm. "Ben oynak bir torbayım. Cinsiyet cibiliyet ayırt etmeden dereceleri yerinden oynatırım." desen de.

Hayatımda aldığım en güzel ve anlamlı hediye sensin. O inceliği sağlayan adam şu an başka torbaların suyunu dolduruyor olsa da seni ilk ısındığım zaman duyduğum şükranla sarmalıyorum.

Ve ısrarla öğütlüyorum. Eğer kış aylarında sevdiceğinizi yalnız bırakmayı planlıyorsanız gitmeden siz de ona bir su torbası hediye edin. İnsan onca paylaşımdan sonra geriye bunu bırakabiliyorsa ne mutlu. Gerçi bu armağanı alan durumun böyle sonuçlanacağını bilmez ama olsundu. Son göreviniz bu. Elbette zaman geçince anlayacaktır kıymetinizi ve sizi iyi anmasının tek yolu bu olacaktır belki de. İyiliklerinizle...

Sevgilisiyle vedalaşan herkesin bağrında rengarenk su torbaları görmeyi diliyorum. Çok şey mi istiyorum?

19 Ağustos 2010 Perşembe

gir içeri



Bildik melodilerden biri anı geriye taşır. Zaman sende saklı kaldığı gibi değildir. Hayatın tüm renklerini değiştirme zamanının geldiğine işaret olmalı bu. Ayağa kalkmalısın.

Korkuyorum dedi. Yalan söyledi. Kırgındı, üzgündü belki ama duyduğu en son şey korkuydu. Birşeyden korkmazsan küçücük kalır, bir süre sonra yok olur gider. Buna inanıyordu. Hep böyle davranmış, sorun yaşamamıştı.

Odaya yansıyan ışıklara baktı. Karanlıkta dans eder gibiydiler. Gölgelerin oyununu izlemeye koyuldu. Her yansımaya bir cisim, cisimlere bin anlam yükledi. Yanılsamaları arttı. Odada can çoğaldı. Yalnız da değildi işte.

Büyük balo salonundaydı. Küpeştelerin gerisinde bekleyen kalabalığa baktı. Her biriyle gözgöze gelmeye itina ederek selamladı gülüşüyle. İnci dişleri büyüledi izleyicileri. Endamlıca süzüldü sahneye doğru. Her adımda büyüdü. Güzelliği dillere destan olanın tahtını indirir edayla salındı. Kafasını hafifçe öne doğru büktü. Sazlar inlemeye başladı.

Kırmızıyı çok severim. Güller dökülsün ayaklarıma.

Büyü. Gözleri alamama. Kapılma, hayale dalma. Seyircilerden biri kırmızı bir gülü sahneye fırlattı. Nazik bir hareketle eğilip gülü eline aldı. Koklamak istedi. Vazgeçti hemen. Kokusu ona kalmalıydı. Sadece baktı. Sapına, dikenine, yaprağına. Gül, dünya güzeli. Gül, kırılgan. Gül, kahır götüren. Bir güzel diğer güzel görülünce fırlatılmamalı. Her biri yerinde anlamlı kalmalı dedi içinden. Dili yüzlerce kez söylediği nağmeleri söyledi. Kimse ne düşündüğünü anlamadı. Derken diken battı eline. Parmağındaki damlaya baktı. En sevdiği renk oradaydı.

Ayağa kalktı. Perdeyi aralayıp şehre baktı. Şehir tutsak. Şehir saklanmış dağın eteklerine. Parıltılı bir elbisesi var ama gözleri kapalı şehrin. Derin uykuda gibi. Kurumuş ruhların kapanı şehir. Gözyaşını içine akıtan mezar bekçilerinin şehri.

Bir gün denizler kudurur, topraklar suya karışırsa buraya da gelir mi yosun kokusu? Her felakatin sonu bir gülüş doğurur mu?

Balık kısmet demekse yeryüzünde, köpek bile olsa bir balık olmalı bu karada.

Yak ışıkları şimdi. Gölgeler uyusun.

20 Temmuz 2010 Salı

Ankara'da bir sabah

Sevmiştim seni şehir. Şimdi ne oldu da çirkin taraflarını gözüme gözüme sokuyorsun. Yoksa aramızdaki yakınlık mı buna sebep? Nasılsa gidemez, beni terkedemez diye mi düşünüyorsun? Yanılıyorsun şehir. Ben olmadan sen sadece karasın. An'ı doğuran benim ellerim.

Düş bahçesi miydi o gördüğüm? Otobüs camından uykulu gözlerle yakaladığım dört saniyelik dev ağaç dansları. Mahmur gözlerin kandırmacası değilse yine yakalamak lazım.

Kapa gözlerini. Dünyada bu kadar güzel ağaç yok.

Geceye dön düşlerim. Ne kadar güzelsiniz.

Saat 10:00 Terminalin bir tarafı

İnsanlara adres soruyorum. Hadi semtin adı bana yabancı, ömrümde ilk kez duydum. Saygıdeğer Ankara yurttaşı; sende mi ilksin? Sanane geldiğim yerden, gideceğime yön versene! Olmuyor, yön duygum sıfır noktasında.

Trene varamayacağını anlayan bünye taksiye yeltenir. Ve taksici süper bir hikaye ile sabahı şenlendirir. Yıl otuz yıl evveli. Avusturalya'ya uçakla gitmekte amca. İlk kez uçağa binmiş, felaket korkuyor. Korku mesaneyi dansa zorluyor, koşuyor tuvalete. O da ne? Alafranga tuvaleti ilk kez görmüş. Öyle kaldım, seyre daldım diyor. Baktım kenarda köşede düğmeleri, tuhaf bir beyazlığı var. Buna oturursam uçaktan fırlatır beni kesin dedim, Avusturalya'ya kadar tuttum çişimi diyor. Oraya gidince ne olduğunu anlamış. Klozet önündeki saygı duruşunu hiç unutmamış. Teknoloji güzel şey, korkmamak lazım. Sende korkma yükseklerden. Otobüsle gelme bir daha. Uçağa bin diye tembihliyor.

Otele gel. Otel odalarını sevme. Süslü içi boş kadın ya da erkekler gibi. Vaatleri boşa çıkarır cinsten.

At kenara bavulu. Tuvalete koş. Tahret musluğu bulama. Ecnebilerde kullanmıyor tahret musluğu derlerdi, demek kullandıkları buymuş diye düşün. Soluna bak. Çeşmeli oturak. Nişan al, ortala, çevir suyu.

Modernlik güzel şey. Dağılsın kokular.

Israrla.

21 Mayıs 2010 Cuma

Yedi Şehrin Özeti...


Yeditepeli şehre nazire yapar gibi yedi farklı şehrin tepelerinde dolandı beden. Yıllardır gezen görenlerin anlatmaya doyamadığı, özlemle andığı İstanbul için bende aynı cümleleri sıralamak istedim. Ne şehirler gezdim ama İstanbul gibisi yok diyesim var arkadaş.

Güzel değiller miydi? Elbette her birinin ayrı ayrı güzellikleri vardı. Sevmedim mi? Kimisinden ayrılırken üzülmedim değil. Ama gelin görün ki İstanbul ilk sevgili gibi iz bırakmış ruhta. Mahremle ilk buluşturduğunu, tene ilk buseyi konduranı sevdiğin gibi seviyorsun...

Ayrılırken huzuru ve dinginliği bulacağını sanıyor insan. Uzaklaşıyorsun. Kaçar gibi gidişine nedenler buluyorsun. Ya sonra?

Denizin kokusuna özlemle başlıyor. Martı arıyorsun gökyüzünde. İnsanlar motifsiz ve birbirine eş gibi. Alışkınsın farklı yüzler görmeye. Güvensiz dediğin sokakları bile anar oluyorsun. İzmarit dolu tozlu yollarında yatan delilerin sözleri kulaklarında çınlıyor. Ne demişti Babacan; "Bir köpek sahibini tanımıyorsa suç köpekte değil, sahibindedir. Bir küçük büyüğünü tanımıyorsa, suç küçükte değil büyüktedir... Leyla, Leyla demişti bir de..."

Zamansızlık nedeniyle şehirleri sokak sokak gezemedik. Sadece merkezi yerlerinde, konakladığımız otellerin civarlarını hızlıca turladık. Mutlaka görülmesi gereken yerler olarak tanımlanan yerlerden uzak durarak, gönlümüze göre şehirde kısa turlara da çıktık. O nedenle izlenimleri koca şehirlere yaymak insaflıca olmayacaktır. Havasından ya da şehrin kokusundan yorum yapıyorum. Bir şehri tanımak ve anlamak için öyle bir iki günün yetmeyeceğinin farkındayım. Kaldığım süre boyunca karşılaştığım insanlara, konuştuğum kişilere bakarak genellemeler yapacağım. Yani bana bakıp ben gittim ama kötü değildi ya da ne kadar kötürüm bir yazı olmuş demeyin. Elinizi vicdanınıza koyun. Tamamen şehirlerin bende yarattığı duyguyla ilgili izlenimlerdir aktaracaklarım. Koçfest kapsamında gezdiğimiz için daha çok üniversitelerdeki gençlerle tanışma fırsatımız oldu. Yani her şehirde en az yediyüzelli genç insan ve yüze yakın orta yaş ve üstü insan gördük. He heyyytt!

Evet daha fazla uzatmadan yazalım. Sırasıyla. Acaba sıralama değişik olsaydı hisler ya da duygular değişir miydi diye düşündüm. Neyse bu ayrıca bir yazı olsun...

Trabzon... Renkli bir şehir ancak fazla tutucu. Arada güzel yüzünü gösteren ama aniden fevrileşebilen insanların yoğunlukta olduğu bir yer. Burada kasdettiğim ikiyüzlülük değil. Tam bir netlik hakim. Otomatik zoom modu her daim görevde. Hoşlarına gitmeyecek birşeyi sadece siz hoş görün diye kabul etmiyorlar. Havası da şehri utandırmayacak cinsten. Öyle kararsızlıkları yok. Hava birden sertleşiyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi güneş aydınlatıyor etrafı. Tenini kavuruyor adamın. Trabzon'un yarattığı duygu; Sert. Rengi de gri.

Gaziantep... Esmer ve güzel insanlarla dolu. Esnafı çok candan. Ürünler taze değilse uyarılıyorsunuz. Bayat ürünün tezgahta ne işi var demeyin. İstanbul'daki gibi çılgın satış yapmıyorlardır belki. Ne bileyim dükkanda mal yok demektense olanın iyisini sunmak mantıklı geliyordur. Kilosu kaça olursa olsun tatmanıza izin veriyorlar. Yani her dükkanda bir dilim baklava, üç beş fıstık yeseniz, yol sonuna kadar bir şey almadan karnınız doyabilir. Ayrıca bir yol boyunca yaklaşık sekiz baklavacı var. Şaştık kaldık. Baklava bu kadar çok mu satılıyor kendi diyarında, insanlar ekmek alır gibi eve her gün baklavayla mı gidiyor acaba? Çılgın gibi araç kullanan sürücüler var. Işıkta bile geçerken insan arkasını kollamak zorunda hissediyor kendini. Sanki herkes bir yere yetişmeye çalışır gibi telaşlı. İnsanlar gayet modern ve sıcakkanlı. Süper bir yerdi Gaziantep. Fıstık gibi şehir. Unutmadan; Antep usulü tarhana çorbasını şiddetle tavsiye ederim. Kebaptır, fıstıktır, Zeugma'dır derken bir çorba içmeden ayrılmayın. Gaziantep'in yarattığı duygu; Dostluk. Rengi; Kırmızı. Bir de gidin muhakkak çorap alın. Pamuklu erkek çorapları çok ucuz. Üzerlerinde Antep hatırası yazanlar var. Bayıldım aldım birkaç tane.

Antalya... Öyle böyle bildiğimiz bir şehir. Aklımda kalan en önemli iki şeyi anlatayım bu şehirden de... Birincisi turiste doydukları için özel bir ilgi ya da alaka beklemeyin. İstanbul'da neyse orda da o. Fiyatlar bir Antep'teki gibi değil. Antep'te eriğin kilosu 1.50 tl idi. Antalya'da 6 tl. Peyhh heyy... Doğasını da anlatmaya gerek yok. Şahane bir yer. İkinci anı da onunla ilgili. Mutlu bir gecenin sabahında yüzüme vuran güneş ışığının verdiği mutluluğu ve denizi selamlayışımı unutmayacağım. Hafızaya kazıdığım en güzel resimlerden biridir. Antalya'ya Aşk diyesim beyaz rengi sunasım var.

Konya... Şehir sakin, dingin. Sanki herkes sessizce bir anlaşma imzalamış, bir şeyleri kabul etmiş gibi. Yolda yürürken kafanızı kaldırıp bakmasanız insan yok zannedersiniz. Gece olunca apayrı bir sessizliğe bürünüyor ki alışkın olmayan ruh cami avlusuna terkedildiğini zanneder. Özellikle dikkat ettiğim nokta da şuydu; insanlar çok az göz kontağı kuruyorlar. İletişim kurmak güç değil ama fazla çaba gerektiriyor. Yolları tertemiz, çarşı pazar olayı şahane. 1 tl gibi komik rakamlara inanılmaz kıyafetler aldık hatta. Kadın kısmı otobüse atlayıp alışverişi orada yapsa daha ucuza gelir. Bıçak arası diye şahane bir pide çeşidi var. Israrla yenmeli. Es geçilmemeli. Konya'nın yarattığı duygu; Kabullenmişlik. Rengi; Sarı.

Eskişehir... Dinamik bir şehir. Öğrenci şehri malum. Cıvıl cıvıl gençlerle dolu. Kızları pek bir güzel. Memleketin en şahaneleri orada toplanmış adeta. Er kişiler de fena değil. Sokaklarda dolaşırken yabancılık çekmiyorsunuz. İnsanlarla konuşmak keyif veriyor. Şahane bir bara gittik adını unuttum. Taksim'de oturmaktan keyif aldığımız mekanların kolajı gibiydi. Her kat ayrı ayrı dizayn edilmiş. Giriş katında kitaplıklar var. Onlarca kitap var. Biramı içerim, entel havamdan da caymam diyen için kaçınılmaz. Üst katlara doğru ritm artıyor. Barmenin yaptığı karışımı içip sakin ve mantıklı kalmayı başarabilirseniz hesap ödemeden kalkabiliyorsunuz. Sarhoş olup olmadığınıza yine barmen karar veriyor. Şemsiye açılmaz diye korkan varsa yaklaşmasın. Yağmurlu havada evinde konaklasın. Eskişehir; Canlı. Rengi; Mavi.

Bursa; Havası, suyu, doğası, tarihi, insanı, yemekleri... Nedendir bilmem pek bir sevdim. Hayatımda yediğim en lezzetli ikinci ezmeyi burada yedim. Ali Usta'nın hakkını yemeyelim. Beyazıt'ta sur dibindeki dükkanında az ezmelerini yemedik. Onun ezmesinin manevi değeri büyük olduğundan daha iyi diyemem. Ama üzerine nar ekşisi dökülmüş o eşsiz ezmenin yanında, lavaşına tereyağ sürülmüş Adanalar gelince mide şahlanıyor a dostlar. Yedikçe yiyesiniz geliyor. Fiyatı da gayet makul; 3.50 tl. Ayran içerseniz ya da şalgam; ediyor 4,50. Çaylar şirketten. Arkadaş hesap yaptı, günde şu kadar kişi yese, bu kadar içse diye... Ayda 10.000 kazanıyordur dedik. Dürümcü açıp, diplomalı hıyarcı modunda yaşayasımız var. Sokakları nasıl güzel. Eski evlerle yenileri birbirine küs gibi olsa da; yeşili ve turkuazı ile şahsına münhasır, hareketli bir şehir. Hünkar Köşkü'ne yürüdük. Şehri gözle kucaklamak için uygun bir manzara yakaladık. Yattık çimenlere. Fotoğraf çekmek istediğimde izin alamadığım çok kişiyle karşılaştım. Vakur bir duruş sergilesem de alınmadım değil. Tekrar gidip karış karış gezesim var. Öyle çok sevdim. Gece olunca yolları deli gibi temizleyen belediye görevlileri var bir de. Hele PTT binası neden her gece foşur foşur sularla temzileniyor anlayamadık. Mektuplarda şarbon mu yakaladılar ezkaza, ondan mı bu Ayşe Teyze kıvamında mikropları öldürme merakı bilemedik. Minik evlerden yayılan anne yemeği kokuları, metruk binaları, pencereden aşağıya sarkıtılan sepeti akla kazındı. Bursa'nın yarattığı duygu; Huzur. Rengi hiç şüphesiz yeşil!

Denizli... Arkadaşlar sormuşlar; Denizli'nin nesi meşhur diye. Tabii bizimkiler aç o esnada. Ama amca nerden bilsin. Demiş ki (Burada ak sakallı bir dede hayal edelim, arkada bulutlar var gibi, ilahi bir ışıldama:) Evlat... Denizli'nin kızı, tozu, bir de horozu meşhurdur! Denizli bende çok güzel duygular canlandıran bir şehir olamadı. Havasını pek sevmedim. Şehirde bir tuhaflık var adeta. Kedilere ve köpeklere kötü mü davranıyorlar genelde; hayvanlar kendilerini hiç sevdirmiyorlar. Sanki her geçen tekme atıyor gibi sevmeye bile yanaşsanız kaçıveriyorlar. İnsanlarla pek iletişim kuramadım. Fazlasıyla yorgun oluduğum için çok gezemedim. O nedenle aklımda yer eden tek güzel şey şudur; Zafer Gazoz!!! Neşe gazozunu tadana kadar favori gazozum odur. Her gün ısrarla bakkaldan istedim. Hatta 60 krş dedi ertesi gün 75 krş dedi diye bakkala çıkıştım. Üzerinde bebeğinizi anne sütüyle besleyiniz gibi işini sorumsuz annelerin insafına bırakmayan bir cümle vardı. Süper gazoza da bu yaraşır dedirten cinsten. Denizli'nin yarattığı duygu; Tuhaf. Rengi; soyut çalışmışlar diyesim var.

İlerleyen zamanlarda farklı şehirleri anlatmak dileğiyle... Daha uzunca ve güzelce.

Öperim Muallacığım.