5 Mayıs 2012 Cumartesi

bir tek dileğim var...

Buradaki son gecem. Tuhaf, hiç üzüleceğimi sanmıyordum. Yeni gelenlerin beni istemeyecekleri kesindi ve ben bu tavra kendimi alıştırmıştım. Nedense ansızın yükselen bir acı kaplamıştı benliğimi. Korktuğumdan olsa gerek. Ait olduğu yerden uzaklaşan herkes muhakkak böyle düşünüyordur.

Tam otuz küsür sene geçmiş üzerinden. Düşünüyorum da bu evde görmediğim köşe kalmadı. Hanımım beni her yılın çeyreğinde muhakkak başka bir yere yerleştirirdi. Bazı yerleri diğerlerine nazaran çok sevdim. Güneşi daha iyi kucaklayabiliyordum. Hakkını yememem gerek. Beni mutlaka ön planda tutardı. Diğer mobilyalara göre daha cafcaflıydım. Kolçaklarım altın tozu ile cilalanırdı. Öyle her gelen misafirin izinsizce kıçını yerleştirdiği koltuklardan değildim. Hanımım beni kimseye emanet etmezdi. Eğer birine üzerime oturma izni veriliyorsa gelen konuğa değer verildiğini anlıyordum.

Ömrüm boyunca sayamadığım kadar çok kumaş değiştirsem de neyse ki omurgama kimse dokunmamıştı. Sapasağlamdım. Eskiler her zaman daha güçlüdür. Ancak bunu gel de şimdikilere anlat.

Hanımım öldüğünde evi talan ettiler. Duvardaki saat dakikalarca gözyaşı dökmüş, inlemekten neredeyse sarkacını düşürecek hale gelmişti. Onu yatıştırmaya çalışan varaklı ayna duruma el koymak istemişti ancak başaramamıştı. Karşısına geçip bir an olsun ona baksalardı geçmişi gösterecekti onlara. Bu evde daima huzur olmuştu. Sadakat, özveri ve şefkat. Gözlerinde her birimiz demodeydik. Bize aldırmıyorlardı bile. Ama ayna sessiz sedasız çekip gitmeyi kendine yediremedi ve taşımacılar tutup kaldırdığında kolçaklarından sıyrılıp kurtulmaya karar verdi. Onu hayata bağlayan çivileri yerinden oynayıp yere atladı. Kırılan cam sesi anılarımızın üzerine lanetini bırakarak sessizliğe gömüldü.

İlk kez karanlıktan korkuyordum. Gelen arabalar tüm arkadaşlarımı bilmediğim yerlere götürmüştü. Salonun ortasında yapayalnızdım. Yeni getirdikleri eşyaların üzeri naylonlarla kaplıydı ve konuşmuyorlardı. Gençler ne kadar ukala oluyorlar Tanrım! İçlerinden biri bir söz söylemeye kalktı. Sarıldığı naylondan ne dediğini tam anlamamıştım. Merhaba dediğini varsayarak cevap vermek istedim. Ne de olsa görgü kurallarına önem veren, edepli biriydim.

- Hoş geldiniz! Ben Sebastian.

Naylonun hışırtısından tam olarak ne işittiğime emin olamıyordum. Ama kulağa hoş gelmeyen şeyler söylediği kesindi.

- Güle güle Sebastian. Seni hiç mi hiç özletmeyeceğiz!

Birden naylona sarılı tüm mobilya ve aksesuarlar kahkahalarla gülmeye başladı. Naylona çarpan seslerinden ürkmüştüm. Acımasızlıkları beni hüzne boğmuştu. Ben, bu evin en eski, en kıymetlisiydim. En azından kendi ırkımın bana saygı duyması gerekmez miydi?

Sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar ve beni unuttular. Kendilerine yer seçiyorlardı. O ötekinin dediğini beğenmiyor, her biri evin en güzel köşesini hak ettiğini nedenleriyle sıralıyordu. En çok yandaşı olan sanırım İsveçliydi.

Kendi hüznüme dalıp düşünmeye koyuldum. Nereye gönderilecektim? İyi durumda olanlarımızı depoya göndermekten bahsetmişlerdi. Güneşli pencere önlerine alışan bedenim, deponun karanlık, küf kokan rutubetli havasına alışamadan çürüyüp gidecekti. Bir şeyler düşünmeliydim. Ama zamanım yoktu.

Birden hanımım aklıma geldi. Mutsuz olup umutsuzluğa düştüğü gecelerde yaptığı gibi dua etmeye karar verdim. Tanrı yıllardır sadakatle hanımına bağlı kalmış bu koltuğun haline acıyıp onu kudretli nefesiyle onurlandırabilirdi. Hem daha önce ondan hiç bir ricada bulunmamıştım. İsyan etmemiştim. Gün ışıldayana kadar sessizce dileğimi tekrarladım. Lütfen olsun diye ekledim her tekrarın peşine. Beni biraz seviyorsa onun için önemsiz bu dileği yerine getirirdi. Onun kaleminde olmaz diye bir şey yoktu nasılsa.

Kolçaklarımın ağrısıyla uyandığımda görünürde hiç bir değişiklik yoktu. Haykırmak istiyordum. Ne olur bu evde kalayım, kimsenin sevmediği en dip yer bile olur. Yaşımın bana verdiği gazla geçmişteki hadiseleri de anlatmamaya söz verirdim. Hiç konuşmazdım.Yeter ki ait olduğum bu evde kalayım.

Evde dolaşan yeni hanımım sağa sola bakınıp, kendi kendine söyleniyordu. Birilerine telefon açıp yardıma gelmelerini istiyordu. Bu kadar mobilyanın naylonunu sökse dahi monte edemeyeceğini anlatıyordu.

Koşuşturmaktan yorgun düşmüş olsa gerek, oturacak bir şey aradı. Açıkta bir tek ben vardım. İstemeye istemeye yanıma gelip usulca üzerime otururken içimden Tanrıya son kez yalvardım, dileğimi kabul etsin diye.

Ve Tanrı olsun dedi. Kadının kıçını yerleştirmesiyle penisim harekete geçti. Saniyeler öncesinde bana aldırış etmeyen kadın üzerimde zevkle inliyordu. Ürkütücü inlemeleri boş duvarlarda yankılanıyordu. Bende alışık olmadığım bu zevkin tadını çıkarıyordum.

Kendine gelip ayağa kalktığında şaşkınlıkla bana baktı. Ancak koltuk aynı koltuktu. Elleriyle uzun uzun yokladı ancak bir anlam veremedi. Delirdiğini düşünmüş olsa gerek. En iyisi bir kahve içip kendime geleyim diyerek mutfağa yöneldiğinde Tanrı'ya teşekkür ettim; bana sadece hanımım üzerine oturduğunda aktif hale gelen görünmez bir penis hediye ettiği için.

Yardıma gelen arkadaşları beni kaldırmaya çalıştığında çığlığı bastı. Ne kadar zevksiz bir koltuk olduğuma ikna etmeye çalışsalar da gitmemi istemedi. Aile yadigarı olduğumdan, onu atarsam uğursuzluk getireceğimden bahsetti ama tılsımımdan söz etmeye cesaret edemedi.

Bende her yiğit gibi köşeme çekilip ses etmemeye karar verdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder