21 Mayıs 2012 Pazartesi

Annem.


Yağmur sendeliyor. Kararsız. İçimde tuhaf bir ürperti var. Yere kapaklanmış bir kadın feryat ediyor. Etekleri toz içinde. Kapının ardından haber bekliyor. En dayanılmazından korktuğu için teskin edilemez halde. Ya ölürse? Ruh hala bedende, çırpınıyor. Gitmeyeceğini biliyorum ama söylesem de bana inanmayacak. Sakince bekliyorum. Öyle bir durumda insan ne kadar sakinliği koruyabilirse o kadar. Kapı her açıldığında ayağa kalkmaya çalışıyor. Gözlerini içeri uzatıp bakıyor. Gözleriyle dinliyor adeta. Odadaki insanların yüzü ona durumu söyleyecek. İçerideki insanların korkularından anlayacak. Sesi çıkmıyor kapı açıkken. Kapandığı an tekrar feryadı basıyor.

Babamı bırakmam diyor.

Babam. Ben hiçbir zaman bu kadar içten baba diyemedim. Babam o kadar erken gitti ki hayatımdan, sevgisini üzerimde hissedecek zamanı yakalayamadım. Kapının önündeki ben olsaydım baba diye haykırırdım sanırım. Bir harf insanın ömrünü ne kadar değiştiriyor.

Acil servis koridorunda yaşanan büyük acılar, sanki içeride yatan hastaların acılarını hafifletiyor. Herkesin canı kendine kıymetli muhakkak. Az önce inleyen hastalar sessizce neticeyi bekliyorlar. Herkesin kulağı kapıda. Yetmişlerinin sonunda olan kır saçlı dedenin nefes almaya çalışırken çıkardığı horultudan başka ses yok. Doktorlar kapıdan çıkıp diğer hastaların yanına dağılmaya başlıyor. Baba ölmemiş. Tekrar sesler yankılanmaya başlıyor. Renkler maviye dönüyor tekrar. Herkes daha iyi gibi. İyileşmek kötüden hallice olmak demek acil serviste.

Güvenlik görevlisi bahçedeki ağaçlardan topladığı erikleri getiriyor. Hayat olağan akışında devam ediyor. Her hastanın yanında sadece bir refakatçinin olmasına izin verdiklerinden, kalan daha az dereceli yakınları bekleme odasında oturuyorlar. Tavanda asılı televizyonda magazin programı var. Meraklı onlarca göz ekrana kilitlenmiş durumda. Durumu daha az aciliyet taşıyan hasta yakınları hayatın nabzını hastanede bile sağlamca tutmaya çabalıyor. Çok ünlü şarkıcının kocasının aldığı villalar ve üst model arabaların fotoğrafları geçiyor ekrandan. Büyük puntolarla ederlerini de yazıyorlar daha anlaşılır göstermek ya da daha değerli kılmak için. Aynı şarkıcının yıllar önce beyin kanaması geçirirken ekrana taşınan görüntüleri akarken, herkes mutlaka o pahalı hediyeleri hak ettiğini düşünüyor.

Kapının önünde babasını bekleyen kadının çevresinde görünmeyen puntolarla sevgi yazıyor. Artık kimse bakmıyor ona. En değerli hediyeyi aldı nasılsa. Onaysız oturuyor.
Yağmur artık karara bağladı durumunu. Son büyük temizliğini yapıyor gürüldeyerek. Yerler ışıl ışıl. Demlenmiş çayın kokusu günün gelecek saatlerini mutluluğa döndürmek için gönül çeliyor. İki şekerli olsun diyorum. Ve iki tane.
Daha tarlamı alamadım diyor. Tahlillerinin olduğu kâğıtları çıkarıyor cebinden önce. Nane şekerlerini. Sonra küçük bir kâğıt. Çocuk gibi telaşlı katladığı kâğıdı açıyor. Kâğıdın köşeleri lekelenmiş. Belli ki uzun zamandır cebinde taşıyor. Define haritası gibi bir şeyler çizmiş. Buraya güllerimi ekeceğim. Buralarda domates, soğan, yeşilbiber olacak. Evin kabası yapılsa yeterli! Bahçedekiler büyümeye başlarken yavaş yavaş onu da hallederiz.

Annem. Hayatla ilgili büyük hevesleri olmadı onun. Gerçekleşmeyeceğini bildiği hayalleri kurmaktan yorulup istemekten mi vazgeçti, hiç mi istemedi bilmiyorum. Tanıdığım kadarıyla istemedi. Değer verdiği şeyler hak edilmiş olanlarıydı genellikle. Çiçekleri hep çok sevmişti. Adı gül bahçesi demektir. İnsan adıyla yaşar derler ya, o da hep çiçekleriyle yaşar. Sabah gözünü açar açmaz mutfağa koşturur bir bardak su içer. Sonra sürahiye tepeleme su koyup balkona yönelir. Kimseyle konuşmadan, günün ilk kelimelerini söylemeden önce çiçeklerine dokunur, onları besler. Elinden çok ruhundaki bereketten muhakkak, onun elinde solan çiçek görmedim yıllardır. Yol kenarından kurumuş dalları toplayıp ektiğinde bile yeşertir. Benim için kahverengi, anlamsız bir çalı büyüdüğünde adını yine ondan öğreneceğim bir güzelliğe dönüşür. Hangisine ne kadar su vermek gerektiğini deneyimlemiş, güneşe ihtiyacını da kavramıştır. Yerleriyle oynar, sevip okşar. Yaprağını dökenle konuşur.
Anneler evlatlarının büyümeleriyle övünür genelde. Bu bana çok ama çok gereksiz gelir. İnsan övülmese de varlığı ve yaptıklarıyla zaten hak ettiği değer ya da ederi neyse yakalar. Sözle övgü insanı yersizleştirir. Zaten insanın kendi tohumunun şekline müdahale hakkı yoktur. Kattıklarıyla da ne kadar böbürlenmeleri gerek bilemiyorum.
Annem çiçeklerinden biri büyüdüğünde hemen seslenir. Kızım koş çabuk buraya gel komutuyla yanına vardığımda genelde benim için anlam ifade etmeyen bir saksı ve çiçek önüme sunulur. Anlatır da anlatır. Çok konuşmayan annemin bir çiçeğin büyümesine duyduğu telaş ve kurduğu cümleler hayatla ilgili neşesini gösterme biçimi sanırım. Ben çiçekten çok, çiçeklerin ona kurdurduğu ümitli cümleleri severim. Sevgisine, yüzündeki parıldamaya özenirim.

Bugün annemin kalbi çok acımış. Sabah yanına hastaneye koştum. Telaşla çorap giymediğim için sorularımdan önce ayağıma takıldı. Ayakların üşüyecek neden böyle geldin! Üşümüyor anne dedim ama aldırmadı, ayağındaki çorapları çıkarmaya çalıştı. Sedyede onu öylece görünce aklıma çiçekleri geldi. Ben çiçekleri onun kadar sevmezdim.
Saatler geçince kalp sıkışmasının mide sancısı olduğu ortaya çıktı. Kalbi yılların kırıklığıyla tamire ihtiyaç duyabilirdi. Mutlaka yaraları çoktu ama hala sapasağlamdı. Tüm huzurum doktorun dudaklarından dökülen cümlelerdeydi.
Hayatta çok insan sevdim. Kimini kusursuz adımlarla çabalayarak, kimini kontrolsüz…
Doktor tüm sonuçları inceleyip güzel haberi verdiğinde hastaneden eve doğru yola çıktık. Midesine kısa zamanda baktırması gerektiğini söyleyen doktora ufak bir baş hareketiyle tamam demişti. Aktara uğrayıp kendine otlardan bir karışım yapıp midesini iyi edecekti. Anlamıştım.

Kapıdan çıkar çıkmaz yine yere eğdi başını. İyi misin annem dedim.

Ama senin ayakların üşüyor dedi.

Bana çocukmuşum gibi davranmasına kızmadım. Gülümsedim.

Her anne kadar güzeldi. Adı Gülşen.

Sevgisiyle ısınıyordum, onu bilemedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder